Acaba hiç duydunuz mu?
Bursa’da tarihi Irgandı Köprüsü’nü geçince ‘Gurabahane-i Laklakan’ diye bir yer vardır, nam-ı diğer ‘Düşkün Leylekler Evi!..’
Burası Osmanlı döneminde dünyanın ilk ve tek hayvan hastanesi olmasının yanı sıra, aynı zamanda Osmanlı’nın hayvanlara verdiği önemin büyük göstergesi olan bir yerdir..
Göç ederken yaralanan kuşları -en başta da leylekleri- tedavi etmek ve onları tekrar göç yollarına koyabilmek için yapılmıştır.

★★★

Ahmet Haşim’in ‘Bilmem Bursa’yı gezerken gördünüz mü? Haffaflar Çarşısı’nın ortasında bir meydan var. Bu meydan malul hayvanların düşkünler yurdudur. Kanadı, bacağı kırık leylekler, uçamayan kargalar halkın sadakasıyla yaşarlar’ diye bahsettiği ‘Gurabahane-i Laklakan’ın Bursa’da inşa edilmesinin sebebi ise; kuşların göç yollarının tam bu şehrin üzerinden geçiyor olmasıdır.

★★★

Anadolu kültüründe leylekler ve göçmen kuşlar ‘uğurlu’ ve ‘bereketli’ görülürdü. Yaratılanı severiz yaratandan ötürü demiş ya Karamanlı Yunus Emre, işte bu bilinçle yoğrulmuş Anadolu topraklarının insanları da... Kuşları, hayvanları bir Tanrı emaneti gibi görür ve onlara iyi bakarlardı. Yük hayvanlarının yaşlandıktan sonra iyi bakılmaları için sahiplerine maaş bile bağlanırdı. İnsan, leylek, turna, serçe, at-eşek ayrımı yapmaksızın saygı duyulurdu her canlıya. Bu saygı ve merhamet öyle ileri gitmiştir ki, mimariden sanata birçok alanda eserleri etkilemiştir. Oluşan duygunun gövde bulduğu en kıymetli mimari yapılardan biri ise yazımın başında anlatmaya çalıştığım ‘Kuş Evleri’dir efendim.

★★★

Osmanlı Devleti’nde köşk, cami, mescid, türbe, han, hamam, sebil, çeşme ve buna benzer yapıların duvarlarına yapılan ‘Kuş Evleri’ ahalideki hayvan sevgisinin en güzel duyusal ifadesiydi. Yaratılana duyulan saygı, sevgi ve merhametin, insaflı davranmanın en güzel tezahürlerinden biri olan ‘Kuş Evleri’ çok eski tarihlerden beri birçok şehir ve kasabalarda, binaların yüksek cephelerine, rüzgarın geliş yönü ve güneşin vuruş açısı bile hesaplanarak, ileri bir duyarlılık ve zahmetle yapılmıştır.

★★★

Fakat şimdi... Ah şimdi!..
Uçan kuşa bile sanat şaheseri yuva yapan uygarlığın, kuşa uçacak dal, konacak toprak bırakmayan torunları olduk efendim. Yemyeşil dağları taş ocağına, maden ocağına çevirdik. Ağacı kestik, ormanı yaktık, yemyeşil ovaların bereketli topraklarını zehir zıkkımla, betonla doldurduk!..
Ölenin dağ, orman değil, ölenin vatan olduğunu anlayamadık!..
Ne bırakacağız geleceğe, talihsiz çocuklarımıza?
Siyanürlü sularla dolu kel başlı, zehirli, kuş uçmaz, ot bitmez dağlar mı?
Ağaçsız, çiçeksiz, kekiksiz, kuş yuvaları, kuş sesleri olmayan, ormanları kesilmiş, kimyasallarla, ağır metallerle zehirlenmiş, ölmüş dağlar mı?..
‘Osmanlıyız, çok şanlıyız...’ diye her fırsatta övündüğümüz atalarımız, kuşlar için ‘Kuş Evleri’, ‘Kuş Hastaneleri’ bırakmış... Ormanlarla, kuşlarla dolu dağlar, çayırlar bırakmış!..
Peki biz ne bırakacağız?
Yuvasız kuşlar... Ağaçsız dağlar mı bırakacağız?

★★★

Kur’an’da 300 yerde ağaçtan bahsedilir. Temiz hava, içilebilir su ve kirletilmemiş yeşil, insanlar için hayat kaynağıdır. Yeşil yeryüzünün giysisidir, canlıların sığınağıdır. Canlıların aksine nefes alırken zehir soluyan ve dışarıya temizlenmiş oksijen veren, yani gerçekten insanların hayat kaynağı olan Allah’ın bir hayrıdır, iyiliğidir.
Bu sebeple İslamiyet yeşilin en büyük dostudur. Peygamber efendimiz ağacın yalnızca korunmasıyla yetinmemiş, var olana ilave edilmesini, ağaç dikilmesini çok söylemiş ve bunu hayatında uygulamaya koymuştur... ‘Kıyamet koparken sizden birinizin elinde bir ağaç dalı bulunur da bunu kıyamet kopmadan dikmeye gücü yeterse, muhakkak diksin, bırakmasın...’ demiştir.
İslamiyet ağaç dikmeyle uğraşmayı ‘sadaka-i câriye’ kabul etmiştir. Yani kıyamete kadar insana sevap getiren, defterine hayır hasenat yazdıran bir faaliyet.

★★★

Orta Asya steplerinde görünen milletler için ağaç mübarek bir varlık kabul edilirdi. Cengiz Han yasalarına göre; nedensiz ve izinsiz ağaç kesmek, idamı gerektirirdi.
Son zamanlardaki bilinçsiz dönemlere gelinceye kadar, Osmanlı’da da ağaç, özellikle de çınar ağacı mübarek kabul edilirdi.
Geyikli Baba’nın diktiği çınar, buna en güzel örnektir.

★★★

Osmanlı devletinin kurucusu Osman Bey’in oğlu Orhan Gazi, Bursa’yı fethettiği günlerde, baba dostu Turgut Alp’ten bir gazi dervişin menkıbelerini dinler, çok hoşuna gider ve bu derviş ile kendisini görüştürmesini ister.
‘Alperen’ denilen bu Allah dostu, yörede ayrıca ‘Geyikli Baba’ diye tanınan biridir. Azerbaycan taraflarından gelip, İnegöl dağlarında yaşadığı, geyiğe bindiği, geyiklerle dolaşıp konuştuğu, geyik postu giydiği ve bu lakapla anıldığı söylenen ‘Geyikli Baba’ ile Orhan Bey görüşür, sohbeti çok hoşuna gider, ısrarla Bursa’ya davet eder ama kabul edilmez.
Bir gün habersiz olarak elinde bir çınar ağacı ile gelip, Orhan Bey’in ikamet ettiği küçük sarayın bahçesine diker. Çınar ağacı çok uzun ömürlü olması özelliğiyle bilinen bir ağaçtır. Derviş bu hareketiyle Orhan Bey’in de devletinin ve hanedanın çok uzun ömürlü olacağını göstermek ister.
Bu çınarın hâlâ ayakta olduğu rivayet edilmekte, her yıl bu çınarın altında anma kutlamaları yapılmaktadır.
Onun için Fatih Sultan Mehmet; ‘Ormanlarımdan izinsiz ağaç kesenin başını keserim’ demiş ve ‘Yaş kesen baş keser’ sözü Osmanlı milleti arasında darb-ı mesel olmuştur.

★★★

Türk toplumunun ağaç, kuş sevgisi ve merhametine ne oldu?
Peki, bu leylekler, turnalar, keklikler, güvercinler, üveyikler artık hangi dalda, hangi ağaçta, hangi ormanda hangi dağda yuva kuracaklar?..
Dağlar ağaçsız, kuşlar ağaçsız olur mu?
Yazık değil mi bu canlılara, bu kuşlara...
Yazık değil mi bu ormanlara, dağlara...
Yazık, günah değil mi?
Yazık.. Yazık... Yazık...”

★★★

“Uğur abi, seni çocukluğumda çok severdim. Büyüdüm yazar oldum, seni hâlâ çok seviyorum” diyen Karamanlı değerli Yazar Hasan Baran’ın özetleyerek alıntıladığım satırları, okullarda ders olarak okutulacak nitelikte. Kendisine çok teşekkür ediyorum.

★★★

Bu yazıyı kaleme aldığım yazlık evimin bahçesinden, karşımızdaki komşunun en az 35-40 yıllık palmiyeleri görünüyor.
İçlerinden birinin yaprakları günden güne kararıyor. Belli ki bir zararlı, koca ağacın can suyunu kemirip ayakta öldürüyor. Sonbaharda da devirecek!..
Çeşme’de her yıl yüzlerce palmiye ayakta ölüyor. Belediye Başkanı Ekrem Oran çırpınıyor ama hiçbir ilaç çare olmuyor!..
Uzmanlara göre bunun sebebi; Çeşme’nin tüm tepelerini kuşatan rüzgar enerjisi santralleri, yani RES’ler!..
Geçiş yolları kapanan göçmen kuşlar, artık Çeşme’ye gelemiyor ve palmiye kurtlarını yiyemiyor. Meydanı boş bulan palmiye kurtları da girdikleri ağacı kemirip deviriyor...
Dedik ya; ölenin dağ, orman, ağaç değil vatan olduğunu anlayamadık!..