Başlıktaki sözler 19. Yüzyılda yaşayan ünlü halk şairi Dadaloğlu’na ait...
Kavgaların, cenklerin şairi olarak da bilinir ama aynı zamanda bir tabiat ve aşk şairidir!..
Şu dörtlüğün güzelliğine bakar mısınız:
-Dadaloğlum yarın kavga kurulur/ Öter tüfek davlumbazlar kurulur/ Nice koçyiğitler yere serilir/ Ölen ölür kalan sağlar bizimdir...
Dadaloğlu’nun yüzyıllara meydan okuyan şiirinin son dizeleri, giderek başka durumları anlatmaya başladı, özünden koparıldı, yitip gidenleri küçümsemeye dönüştü!.. Efendiler, beyler, paşalar sultanlar, patronlar “giden gitmiş, elimizde daha çok var” anlamını kazandırdılar o güzelim “Ölen ölür kalan sağlar bizimdir” dizesine!..
Şiir hep aynı şiirdi ama insanoğlu değişiyordu... Zalimle mazlumun, ezenle ezilenin sonsuz çekişmesinin ürünlerinden biri halini aldı, gerçek anlamından uzaklaştırıldı!..
Yaşadığımız üçüncü binyılda ne zaman bu dizeyi işitsem aklıma hep işçiler, emekçiler gelir... Maden ocaklarında göçük altında kalan madencileri, tersanelerde yaşamını yitiren işçileri, hasat toplamaya giderken trafik kazalarında beşer, onar ölen marabaları, inşaatlarda can veren emekçileri düşünürüm...
-Bir de aç, yoksul, biçare insanları!..

Asgari ücret asgari yaşam!.


Yeni yıl öncesinde düğün bayram edilerek açıklanan 2 bin 20 liralık asgari ücretin yalnızca iki ay içinde ulaştığı sefil durum medyaya yansıdı...
Yansıdı diyorsam, adam gibi yayın yapan, gerçekleri gizlemeyen gazete ve televizyonlardan söz ediyorum; üç maymunu oynayan, “her şey ne kadar güzel” diyerek insanları cast ajanslarından kiralayan yanaşma medya organlarından değil!..
Türk-İş, yeni yoksulluk ve açlık sınırını açıkladı... Dört kişilik bir ailenin yalnızca sağlıklı beslenebilmesi, aç kalmaması için gerekli aylık gider, yani açlık sınırı ne oldu biliyor musunuz?
-2 bin 28 Türk Lirası!..
Bu ne demek peki? Açlık sınırı asgari ücreti solladı, geride bıraktı demek!.. Bırakın ev kirasını, okulu, giysiyi, yakacak parasını, dört kişinin yalnızca boğazından geçecek olan para, asgari ücretin üstüne çıktı demek!..
Yukarıda saydıklarımı üzerine eklediğinizde, dört kişilik bir ailenin bulması gereken aylık para yani yoksulluk sınırı ne kadar oldu dersiniz?
-6 bin 609 Türk Lirası!..
Diğer bir deyişle insanca yaşamanın en alt basamağı, temel ihtiyaçlar için bulunması, kazanılması gereken miktar bu!.. Sinema, tiyatro, gezmek, bir restorana gitmek; bunların hiçbiri dahil değil!..
Şimdi soruyorum; acaba Türkiye’de kaç kişi yoksulluk sınırı kabul edilen 6 bin 600 lirayı kazanabiliyor?!. Acaba 82 milyonluk ülkede kaç kişi açlık ve yoksulluk sınırının altında yaşamaya çabalıyor?!.
En büyük Türk büyüklerinin “Varlık Kuyruğu” ismini taktıkları tanzim kuyruklarında kaç insan saatlerce 2 kilo patates, 2 kilo soğan için bekleşiyor?!.
Daha dün Diyarbakır’da 387 kişilik memur alımı yapacağını duyuran belediyenin önünde binlerce kişi toplanmıştı. Geçici işçi alımlarına on binlerce başvurunun yapıldığı, işsiz sayısının resmi olarak 4 milyon, uzmanlara göre en az 6.5 milyon olduğu bir ülkede yaşıyoruz!.. Meydanlarda ahkam kesenlere sesleniyorum:
-Alın size “Beka Sorunu!”

Bir yiğit adam daha gitti!..


Adana’nın bereketli topraklarından çıkan bir yiğit devrimciyi, bir büyük sanatçıyı daha yitirdik, başımız sağ olsun...
Ben Tarık Akan’la Aytaç Arman’ın sinema serüvenini birbirine çok benzetirim; 1971’de Ses Dergisi’nin açtığı yarışmada Tarık Akan birinci, Aytaç Arman da ikinci olmuştu...İkisi de salon filmleriyle sivrildikleri sinemada, toplumsal, halkın acılarını anlatan filmlere geçiş yapmış, oyunculuklarının yanına halkın yürekten benimsediği “sanatçı” kimliğini hakkederek göğüslerine iliştirmişlerdi...
Sevgili Tarık Akan’ı bu köşede anlatmıştım sizlere... Şimdi Sevgili Aytaç Arman’ı anlatmanın derin kederini yaşıyorum... Mesela 12 Eylül faşizmi sırasında Sinema Emekçileri Derneği üyesi olduğu için 18 yılla yargılanmış, beraat etmişti...
Türk Sineması’nın pek çok “yüz akı” yapıtında, “Parmak Damgası” gibi müthiş dizilerde rol aldı... Bir büyük oyuncu, bir güzel insandı... Tanımaktan büyük onur duyduğum sağlam bir devrimci, alçak gönüllü bir sanatçıydı...
Aytaç, oğlu Erdem İnce’nin dediği gibi “uçsuz bucaksız” bir şekilde erdemli bir yaşamı tamamlayıp uçtu, gitti... Sevgili Menderes Samancılar’ın tarifiyle “içimize kara taşları döküp” gitti...
-Bir güzelim insan daha güzel atına bindi gitti...
Ve bizler yine eksildik...