Dile kolay, tam 47 yıl geçmiş…
Yarım yüzyıla yakın yani… Küçücük bir çocuktum, babam Turgay Zileli, Denizli’nin Buldan İlçesi kaymakamıydı… İkinci eşi köhne bir ilçede yaşamaktan çabucak sıkılmış, babamla beni baş başa bırakıp Ankara’ya, annesinin yanına kaçmıştı!..
Türkiye’nin 12 Mart darbesi sonrası büyük çalkantılar yaşadığı, gençlerin dağlarda, sokak ortalarında vurulduğu ya da en iyi ihtimalle hapishanelere tıkıldığı, arananların kızlı-erkekli radyodan ilan edildiği günleri yaşıyorduk… Yalnızca gençler mi; bilim adamları, gazeteciler, sendikacılar, bürokratlar, avukatlar tek tek veya topluca gönderiliyordu zindanlara…
Dönemin simgesi İstanbul Erenköy’deki “Ziverbey Köşkü” idi, şöhreti dört bir yanı sarmıştı:
-İşkence merkezi!..
Kara gözlüklü generallerin gözbebeği bu merkezden geçmeyen kalmamıştı; mesela İlhan Selçuk, bu merkezde gördüğü işkenceleri verdiği ifadenin içine  “Akrostiş metodu” ile yerleştirerek mahkemede açıklamış, “İşkence altındayım” sözcükleri ortaya çıkınca dava düşmüş, tüm Türkiye gerçeği öğrenmişti!.. Akrostiş, şiirde dizelerin ilk harflerinin yukarıdan aşağı doğru sıralandığında  anlamlı bir sözcük meydana getirmesi demekti… Ancak İlhan Ağabey bununla yetinmemiş, eğer yanlış hatırlamıyorsam altıncı sözcüklerin ilk harflerinden itibaren yukarıdan aşağıya o ünlü iki sözcüğü sıralamıştı; böylece keşfedilmesi neredeyse imkansız hale gelmişti!..
İşte böylesine akıl dışı ve böylesine vahşi bir süreçten geçiyordu Türkiye… İşte tam da o sıralarda Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan yargılandıkları mahkemede idama mahkum oldular… Aslında daha fazla idam vardı ancak çoğu hapse çevrilmiş, yalnızca 3 kurban seçilmişti!..
-Bunun ne anlama geldiğini TBMM’deki “idam oylamasında” anlayacaktık!..

“Üç bizden üç sizden!..”


Her şey yıldırım gibi olup, bitti…
İdam cezaları TBMM’ye geldiğinde bazı milletvekilleri “üç bizden, üç sizden” diye sloganlar atarak “Evet” oyu kullandılar!.. 323 milletvekilinin katıldığı oturumda 273 vekil idamlara “kabul”, 48 vekil ise “red” oyu verdi…
-Kum saati akmaya başlamıştı!..
6 Mayıs 1972, vakit sabaha karşı… Evimizin kapısı çaldı… Bir görevli babamın eline bir zarf tutuşturdu ve gitti… Uykulu gözlerle, babamın zarfı açıp okuduktan sonra hemen oradaki koltuğa çöktüğünü, gözünden yaşlar süzüldüğü ve şu sözleri söylediğine tanık oldum;
-Bu devletin kaymakamı olduğum için utanç duyuyorum!..
Üç fidan asılmıştı!.. O karanlık gecede üç delikanlının ölümü nasıl beklediklerini, nasıl helalleştiklerini, nasıl darağacına gittiklerini, ip boyunlarına geçtiğinde neler haykırdıklarını avukatları Halit Çelenk’in tanıklığından Nihat Behramoğlu ve Erdal Öz’ün kitaplarından öğrenecektik…
-Gözlerini bile kırpmamışlardı!..
Deniz ve Yusuf artık hep 25, Hüseyin ise 24 yaşında… Onlar, bu ülke kurtlar sofrasında yem olmasın, bu halk gerici, vurguncu ve uşak bir düzene köle olmasın şiarı ile, büyük devrimcinin “Gençliğe sesleniş” ve “Bursa Nutku’nda” söylediklerine kulak vererek yürüdüler darağacına…
-Tarihe kazındılar!..

Dipnot bile olamadılar!..


Peki ya o idam kararını verenler?
O mahkemenin hem hakim hem de savcısı ilerleyen yıllarda idam kararına “kabul” oyu veren partiden milletvekili seçildiler, sonra da ölüp gittiler… İsimlerini hatırlayan var mıdır acaba, bilemiyorum…
Peki, “üç bizden, üç sizden” sloganlarıyla “kabul” diye haykıran milletvekilleri?.. İsterseniz arşive girip tümünün ismini görebilirsiniz…
-Acaba biri dahi tarih babanın defterinde bir dipnot bile olabilecek mi?.. Sanmıyorum!..
Birisi hakkında bile, bir şiir yazılacak mı, bir roman kaleme alınacak mı, bir film çekilecek mi, bir ağıt, bir şarkı söylenecek mi?.. Hiç sanmıyorum!..
Denizler için hepsi yazıldı, söylendi, çekildi… Hadi gelin Sevgili Attila İlhan’ın o yürek titreten, üç fidan için gözyaşları içinde İzmir’de vapurda yazdığı “Mahur Beste” şiirinden bir bölümle analım o büyük çocukları, büyük devrimcileri
-Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlarda/ Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı/ Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı/ Gittiler akşam olmadan ortalık karardı…
İzmirli gazeteci ağabeyim Okan Yüksel, bu şiiri yazarak vapurdan inen ve ağlamakta olan Attila İlhan’ı karşıladığında, gözleri kan çanağına dönmüş büyük şair “Okan, biraz önce öğrendim Denizlerin asıldığını. Bu şiiri ilk sen dinliyorsun. Adını ‘Mahur’ koydum” dedikten sonra “Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede” dizelerini okumaya başladı…
-Artık ikisi de hıçkıra hıçkıra ağlıyordu!..
Bu dizeler, yıllar sonra Ahmet Kaya’nın sesiyle muhteşem bir şarkıya, bir ağıta  dönüşecekti!...