Cumartesi akşamı saat 20 suları, telefonum çaldı.
Arayan “Zeynep Osman” dı.
Padişah Abdülhamid’in gelini, Hanedan’ın reisi ve sarayda dünyaya gelen son şehzade Osman Ertuğrul’un eşi, prenses Zeynep Osman.



“New York’tan şimdi geldim, Şadiye Sultan meselesiyle alakalı açıklama yapmak istiyorum” dedi.
Canının çok sıkkın olduğu ses tonundan belliydi.
“Ne zaman nereye isterseniz geleyim” dedim.
“Salı günü saat 16’da Pera Palas’ın çay salonu” dedi.
“Hay hay” dedim.



Prenses Zeynep Osman’la ilk kez 2004 yılında tanışmıştım.
O dönem atv haber’i yönetiyordum.
Osmanlı soyundan değerli arkadaşım Neslişah Evliyazade’den rica etmiştim, beni kırmayıp aracı olmuştu, rahmetli Osman Ertuğrul’u Türk televizyon tarihinde ilk ve son kez canlı yayına çıkarmıştım.
Osman Ertuğrul, Abdülhamid’in torunuydu, Abdülhamid yaşarken Yıldız Sarayı’nda dünyaya gelmişti, Osmanoğullarının 34’üncü erkek üyesiydi, Hanedan’ın reisiydi, saltanat devam etseydi Dördüncü Osman veya Birinci Ertuğrul adıyla padişah tahtına oturacaktı.
10 yaşındayken sürgüne gönderilmiş, Viyana’da eğitim almış, babasıyla birlikte ABD’ye yerleşmiş, 70 yıl Türkiye’yi görememiş, 2004 yılında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmuştu. Türkiye’ye gelir gelmez kendisini ekrana davet etmiştim, lütfedip kabul etmişti.
Osmanlı Hanedanı’nın reisi sıfatıyla, tarihte ilk kez kamuoyuna seslenecekti, ne diyeceği dünya çapında merak ediliyordu.
Saltanat devam etseydi Fatih Sultan Mehmet’in Kanuni Sultan Süleyman’ın tahtında oturacak olan Osman Ertuğrul, izlenme rekoru kıran canlı yayında kelimesi kelimesine şunları söylemişti:
“Türk olarak doğdum, Türk olarak öleceğim. Atatürk, Türk halkı için muhteşem bir liderdi. Ailemiz için çok kötü oldu ama, Türkiye kazandı, Türk milleti kazandı. Mustafa Kemal olmasaydı, İstanbul olmazdı. Memleketi kurtarmanın tek şekli, Cumhuriyet’i kurmaktı. Ben dahil bütün Türkler, Mustafa Kemal Atatürk’e borçluyuz. Vatanı O kurtardı. Atatürk olmasaydı, Allah bilir ne olurdu. Padişahlık, monarşi, hilafet, bunların hepsi geride kalmıştır, gençlerimiz laikliğe ve vatanın bütünlüğüne sahip çıksınlar. Atatürk olmasaydı, hiçbirimiz olamazdık.”



Evet...
Osmanlı Hanedanı’nın reisi kelimesi kelimesine bunları söyledi.
Türk basını bu tarihi canlı yayını yok saydı.
Unutulsun diye bir daha asla haber yapılmadı.
Osmanlı’yla Atatürk’ü birbirine düşman göstermeye çalışanlar, Osmanlı Hanedanı reisinin bu muhteşem sözlerini sansürledi, kararttı.



Prenses Zeynep Osman’ı işte o gün tanımıştım.
Babası Afgan prensi Abdulfettah Tarzi, eşi Osmanlı Hanedanı’nın reisi Osman Ertuğrul’du.
Bu inanılmaz sıfatları tebessümle taşıyordu.
Zarafeti, tevazuyu gerçekten kelimelerle ifade edemem.



Ve işte 15 yıl sonra, yine öyle tarifsiz duygularla Pera Palas’ın mistik atmosfere sahip çay salonunda Zeynep Osman’ı bekliyordum...
İlham Gencer piyano çalıyordu.
Caz tınıları eşliğinde insanlar sohbet ediyordu.
Dakikalar geçmiyordu, ya da heyecanımdan bana öyle geliyordu.
Saat tam 16.00...
Zeynep Osman o her zamanki zarafetiyle, tam vaktinde içeri girdi.
Adeta zamanı durdurmuştu.
15 yıl önceki Zeynep Osman, 15 yıl sonra aynen karşımdaydı.
Meraklı bakışlar eşliğinde, oturduk.
Çay söyledik.
Biraz sohbet...
Sonra not defterimi açtım, başladık.



Telefonda söylediği gibi, yine “Şadiye Sultan meselesiyle alakalı açıklama yapmak istiyorum” dedi.



Şadiye Sultan meselesi, malum...
Abdülhamid’in torunuyum diye ortaya çıkan, kendisine “sultan” diye hitap edilmesini isteyen bir arkadaş var. Bu arkadaş durup dururken çıktı, “İsmet İnönü’nün Hanedan mensuplarını Fransa’da ziyaret ettiğini, vatandaşlık verme vaadiyle Abdülhamid’in kızı Şadiye Sultan’ın mücevherlerini aldığını, sonra ortadan kaybolduğunu, bu çaldığı mücevherleri götürüp kendi eşine taktığını” iddia etti.



Prenses Zeynep Osman, işte bu iddiayla alakalı açıklama yapmak istiyordu.



Canı çok sıkkındı.
Sözlerine “Osmanlı gelini olmakla iftihar ediyorum, padişah Abdülhamid’in gelini olmakla iftihar ediyorum, Osman Ertuğrul’un eşi olmakla iftihar ediyorum, ama ben Atatürk çocuğuyum, Atatürk çocuğu olmakla iftihar ediyorum, Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarından Allah razı olsun” diye başladı... Anlattı.



“İlk defa konuşuyorum. İsmet Paşa’ya bu itham ağırıma gitti. Çok zoruma gitti. İsmet Paşa’yla alakalı bu sözler, doğru değil... Büyük bir hata, büyük bir yanlışlık, asla hakikat olmayan bir lakırdı.”



“İsmet Paşa meselesi hakiki bir mesele olsaydı, Hanedan’ın reisi Osman Ertuğrul bilmez miydi? Hakiki bir mesele olsaydı, Osman Ertuğrul’un eşi olarak benim bilmemem duymamam mümkün mü?”



“Cumhuriyeti, demokrasiyi, Atatürk’ü seven bir tek insan bile kaldıysa bu ülkede, bu çok ağır bir laf... Taşınamaz. Yenilir yutulur lakırdı değildir. Aslı esası yok. Çok hazin bir lakırdıdır.”



“Padişah Abdülhamid’in kızı Şadiye Sultan, Osman Ertuğrul’un çok yakın olduğu halasıydı. Paris’e gittiğinde daima Şadiye Sultan’da kalırdı. Kitaplarına çok değer verirdi, kitaplarını Şadiye Sultan’a emanet ederdi. Şadiye Sultan’ın kızı Samiye Hanımsultan, bir Amerikalıyla evlendi, New York’ta Osman Ertuğrul’a çok yakın otururlardı. Şadiye Sultan, New York’a kızına geldiğinde daima Osman Ertuğrul’la görüşürlerdi. İsmet Paşa meselesi hakikat olsa, Osman Ertuğrul’un bilmemesi mümkün müydü?”



“Abdülhamid’in son geliniyim, Osman Ertuğrul’un eşiyim. Osman Ertuğrul hayatı boyunca yaşadıklarını kendi sesiyle teybe kaydetti, kendi el yazısıyla kağıtlara kaydetti. Bu hatıratın hepsi bende, hepsini benim yanımda kaydetti. Tek bir satırında bile böyle bir şey yok. Şadiye Sultan olayı hakikat olsa, Osman Ertuğrul’un hatıratında olmaz mı?”



“Mevhibe hanımefendiyi yakından tanırdım. Annemin gayet iyi ahbabıydı. Ailece gidip gelirdik. Son derece saygıdeğer insanlardı. İsmet Paşa’nın bütün ailesini tanırım. Kızı Özden hanımı pek severim. Mutlu İlmen yakın arkadaşımdır. Mevzubahis bile olamaz.”



“Bunları söyleyen kızcağızın babasını bile hayatımda bir defa gördüm, o da galiba en fazla bir saat... Değil kendileri, babaları bile, büyükbabaları bile Şadiye Sultan’ı ne görmüştür, ne tanımıştır. Hanedan Avrupa’ya gitti, bunlar Şam’da büyüdü.”



“Sultan Abdülhamid’le Napolyon’un aynı dönemde yaşadığını söyleyen birine ne denir ki.”



“Aslında bu sözleri söyleyenleri suçlamıyorum. Eski sultanları görmemişler, tanımazlar, bilmezler. Bambaşka bir yetişme tarzıyla yetişmişler. Hanedan’ın büyükleriyle temasları olmamış. Bunların aile fertleri, kendi büyükleri saraydan uzaktaydılar.”



“Neslişah Sultan mesela, Hanedan defterine kaydı yapılan son kişidir, Neslişah Sultan yarım asır İstanbul’da yaşadı, bunları tanımazdı.”



“Bu tür sözler, Osmanlıyım diyen birine yakışmaz. Hem Osmanlı’yı küçük düşürüyor, hem Cumhuriyet’i... Çok çirkin.”



“Mal mülk istemek, Galatasaray adasının tapusundan falan bahsetmek, yakışacak iş mi... Osmanlıyım diyor. Osmanlıysan ağzından çıkanı kulağın duysun. Meziyet bu.”



Peki kim bunlar?
Prenses Zeynep Osman tane tane anlatmaya devam etti.



“2004 yılıydı, Tayyip Erdoğan başbakandı, New York’a gelmişti, Osman Ertuğrul’u davet etti, Waldorf Astoria otelinde eşiyle birlikte bizi karşıladı. İzzet ikramda bulundu. ‘Efendim vatana hicret ne zaman?’ diye sordu. Osman Ertuğrul o zamanlar Türkiye’ye vizeyle gelebiliyordu, vizeyi de dışişlerinden değil içişleri bakanlığından alıyorduk. Tayyip Erdoğan “insan kendi memleketine vizeyle gelir mi” dedi. İki ay sonra vatandaşlık işlemleri tamamlandı. Osman Ertuğrul o güne kadar vatansızdı. O güne kadar defalarca çeşitli ülkelerden teklif gelmesine rağmen, ABD vatandaşlığı dahil, hiçbir ülkenin vatandaşlığını kabul etmemişti. Türküm, Türk olarak öleceğim diyordu.”



“Türkiye’ye vatandaş olarak geldi, yerleşti. 2009 yılında vefat etti. Büyükdedesi II. Mahmud’un türbesinde toprağa verilmesini vasiyet etmişti. Tayyip Erdoğan yine yardımcı oldu, cenaze sırasında eşi Emine hanımla birlikte hep yanımızda oldu, taziyeleri kabul etmemiz için Yıldız Köşkü’nü tahsis ettiler.”



“İşte bu tür lafları eden insanları, ben ilk kez orada, Yıldız Köşkü’ndeki taziyede gördüm. Sabahtan akşama kadar taziyeye geldiler, siyasilerle, bakanlarla orada tanıştılar, medyaya ilk orada çıktılar. Osman Ertuğrul yaşarken, biz bu insanları tanımazdık, bilmezdik. Osman Ertuğrul vefat etti, bu insanlar ortaya çıktı.”



“Osman Ertuğrul’un vefatı milat oldu. Meydan boş kaldı. Kurdun olmadığı yerde, kuzu ben padişahım dermiş... Yakışmıyor. Bunlar aileyi temsil edemezler, aile adına konuşamazlar.”



Prenses Zeynep Osman’ın biz gazetecilere de eleştirisi vardı...
Yanlış terminoloji kullandığımızı söyledi.



“Osman Ertuğrul’u düşündükçe üzülüyorum. Bunlara hâlâ ‘hanedan’ diyerek, Abdülhamid’in ‘torunu’ diyerek yanlış yapıyorsunuz, ‘sultan’ diyerek çok fena yanlış yapıyorsunuz. Hanedan mensubu demek için, sarayda dünyaya gelmesi gerek... Sarayda doğanların, saray adabıyla yetişenlerin terbiyeleri, oturmaları kalkmaları bile farklıydı, sarayda yetişenlerin hepsi birbirinin aynıydı. Sarayda dünyaya gelen son hanedan reisi Osman Ertuğrul efendi, doğumu kayıtlara geçmiş son saray mensubu ise Neslişah Sultan... Osman Ertuğrul vefat ettiğinde, hanedan fiilen tarihe intikal etti. Artık sözü edilecek olan ‘aile’dir. Artık hanedan yok, Osmanlı ailesi var. Torunu bile denemez. Beşinci kuşakta, altıncı kuşakta torun denir mi? Ahfadı denir. Ahfaddır o, torun değildir. Sizden rica ediyorum, hanedan demeyin, torunu demeyin, aile deyin. Sultan diyorsunuz, bu nasıl sultanlık? Sultanlık makamı bu kadar ucuzlatılmamalı.”



Peki, prenses Zeynep Osman Türkiye’yi nasıl görüyordu?



“Yurtdışından her geldiğimde biraz daha geriye gitmiş görüyorum” dedi!



“Ülkemin ilerisini göremiyorum, bu beni çok rahatsız ediyor” dedi.



“Annem Pakize Tarzi, büyük bir vatanseverdi, büyük bir Atatürkçüydü. ‘Ben hekimsem, hastane sahibiysem, özgürsem bunu Atatürk’e borçluyum’ derdi. Bizleri, çocuklarını böyle yetiştirdi. Cumhuriyet çocuğuyum, Atatürk çocuğuyum. Bugün sizinle bu röportajı yapabiliyorsam, bunu bile Atatürk’e borçluyuz. Osmanlı’nın kalıntısından Türkiye Cumhuriyeti’ni yarattı. Bunu inkar eden, Türküm dememeli, Osmanlıyım dememeli, vatandaşım dememeli... Hanedan’ın son reisi Osman Ertuğrul da aynen böyle düşünüyordu, aynen bunları söylüyordu. Mustafa Kemal Atatürk çalıştı, didindi, mücadele etti, Cumhuriyet’i kurdu, Allahaısmarladık dedi, gitti, bugün şu halimize bakın!”



Peki, bu halimizin bir numaralı sebebi olarak neyi görüyordu?



“Eğitim” dedi.



“Elbette pekçok başka sebep vardı ama, Osmanlı niye battı? Eğitimsizlikten battı. Avrupa’yı rönesans kurtardı. Biz atlamışız. Abdülhamid’e kadar Anadolu’da okul yok, gitmemiş, götürülmemiş... Tarihten biraz ders almak lazım, ibret almak lazım. Eğitimsizlikle mücadele edilmesi lazım. Atatürk bunun için mücadele verdi. Anadolu’ya eğitimi yayamamışız, Köy Enstitülerinin kıymeti bilinmemiş, Anadolu’nun ehemmiyeti kavranmamış... Eğitimi, sanayiyi, kültürü Anadolu’ya yaymak yerine, İstanbul’un taşı toprağa altın denilmiş, herşey ve herkes İstanbul’a taşınmış. Ne oldu? İstanbul da mahvoldu. Kültür, tarih mahvoldu. Eğitimsizlik hastalığı 50-60 yıllık değil, 500-600 yıllık hastalıktır... Mücadele edilmesi lazım.”



İlk gördüğümde yürekten onur duymuştum...
Prenses Zeynep Osman’ın WhatsApp profilinde Atatürk fotoğrafı var.



Her sabah güne Sözcü okuyarak başladığını anlattı.
Sadece Sözcü okuduğunu ve yabancı basını takip ettiğini söyledi.
“Sizin gazete de fetocuymuş, bilmiyordum” diyerek güldü.
Burak Akbay’ın uğradığı haksızlıktan ve Sözcü’ye yönelik iftira davasından bahsettik, “çok üzülüyorum, rahatsız oluyorum” dedi.
Medyanın eski dönemlerinden, Hürriyet’ten Sabah’tan bahsettik.



“Bu aralar Osmanlı dizileri pek popüler, Abdülhamid bile var, izliyor musunuz?” diye sordum... “Televizyon benim evimde sadece ekran olarak duruyor, kablolarını bile söktürdüm, bu televizyonlarla vakit kaybedecek kadar vaktim yok” dedi!



Üç saatten fazla konuştuk...
Röportaj amacımızın dışında kalan, ama ömrüm boyunca unutmayacağım anekdotlar, hatıralar dinledim.
Asla yazmayacağım, aramızdaki güven ilişkisine emanet edilmiş, Osmanlı’ya dair, Türkiye’ye dair tespitler dinledim.



“İçimi dökmek istedim” diyerek, beni tercih etmesinden elbette tarifsiz onur duydum...
Ama gazetecilik bir yana, Osmanlı’yı ve Cumhuriyet’i yücelten açıklamalarını tarihe kaydettirdiği için, kavram kargaşasıyla zehirlenmeye çalışılan topluma doğru istikameti gösterdiği için, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olarak kendisine teşekkür ettim.



Hesabı ödetmedi.
“Lütfen” diye çırpındım.
El işaretiyle kestirip attı.
“Ayıp” dedi.
Kendisi ödedi.



Kalktık.
Kapıya kadar kendisine eşlik ettim.
Otomobilinin arka koltuğuna otururken, “Bodrum’u çok sevdiğinizi biliyorum” dedi... Işıl ışıl yıldızlı Lacivert gökyüzülü huzur dolu bir Bodrum akşamında yeniden görüşmek dileğiyle, ayrıldık.



Arkasından el sallarken, kulağa küpe sözleri hâlâ kulağımda çınlıyordu...
“Osmanlı gelini olmakla iftihar ediyorum, padişah Abdülhamid’in gelini olmakla iftihar ediyorum, Hanedan’ın son reisi Osman Ertuğrul’un eşi olmakla iftihar ediyorum, ama ben Atatürk çocuğuyum, Atatürk çocuğu olmakla iftihar ediyorum, Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarından Allah razı olsun!”