Mevhibe Celalettin...
Prensesti.
Cemile sultan’ın torunuydu.



Cemile sultan...
Padişah Abdülmecid’in kızıydı.
Abdülhamid’in ve Vahdettin’in kızkardeşiydi.



Mevhibe Celalettin, 1887 yılında, anneannesine düğün hediyesi olarak yaptırılan Fındıklı Sarayı’nda dünyaya geldi.
Evlenene kadar Fındıklı ve Kandilli saraylarında yaşadı.



Mevhibe’nin dedesi Mahmut Celalettin paşa, padişah tahtına oturan Abdülhamid’in emriyle Taif zindanlarında boğduruldu.
Eşi boğdurulan Cemile sultan, ölünceye kadar ağabeyi Abdülhamid’i affetmedi, son nefesine kadar eşinin matemiyle yaşadı.
Çocuklarını, torunlarını böyle yetiştirdi.
Dedesinin adını taşıyan prenses Mevhibe Celalettin, işte bu duygularla büyüdü.



Üç lisan biliyordu.
Piyano çalıyordu.
Saray adabıyla yetişmişti ama, başına buyruktu, özgür ruhlu bir kadındı.



Evlendi, oğlu oldu.
Evliyken bir başkasına aşık oldu.
Boşandı.
Yasak aşkıyla evlendi.



İkinci eşi Jön Türk’tü.
Tutuklandı.
Mevhibe tanıdığı paşalardan ricacı oldu, serbest bırakılmasını sağladı. Ama, şart koşulmuştu, “memleketi terkedeceksiniz, İstanbul’dan uzak duracaksınız, ancak bu şekilde bırakılacak” denildi.
Mısır’a gittiler.
Sonra Fransa’ya geçtiler, Paris’te yaşadılar.



Astım hastasıydı.
Krizler geçiriyordu.
Doktorlar morfin verdi.
Kaş yapayım derken göz çıkarılmıştı... Çünkü o tarihlerde morfinin bağımlılık yaptığı henüz bilinmiyordu, ağrı kesici diye şakır şakır eczanelerde satılıyordu, dönemin Avrupa sosyetesi altın günü yapar gibi morfin günleri düzenliyordu, mücevher kutuları içinde altın kaplama şırıngalar kullanılıyordu.
Mevhibe her defasında biraz daha fazla doz aldı, neticede morfinman oldu. Arkadaşlarının önerisiyle İsviçre’ye gitti, Cenevre’de senatoryuma yattı, iki ay kadar tedavi gördü, hem astım krizleri biraz normale döndü, hem bağımlılıktan kurtuldu.



O ara, annesini babasını peş peşe kaybetti.
Zaten babası vefat etmeden önce bile geçim sıkıntısına düşmüşlerdi, saraydan düzenli olarak aldıkları maaş kesilmişti, başka gelirleri yoktu, e iş yok güç yok, mecburen malı mülkü satmaya başlamışlardı, köşkü sat, konağı sat derken, yaşadıkları saltanattan debdebeden eser kalmamıştı.



İkinci eşinden de boşandı.
İstanbul’a döndü.
Nişantaşı’nda apartman dairesi kiraladı.
Saray hayatı sona ermişti, mütevazı bir eve girmişti.
Aslında ikinci eşi hayli varlıklıydı, boşanmasaydı bir eli yağda bir eli balda, mis gibi devam edebilirdi ama, dedim ya, başına buyruk bir kadındı, parayı pulu değil, özgürlüğünü tercih etmişti.



Osmanlı gümbür gümbür çöküyordu... Memleket evlatları Çanakkale’de Galiçya’da Afrika’da Arabistan çöllerinde, adreslerini bile bilmediğimiz hiçliklerde tümen tümen şehit düşerken, saray çevrelerinde hâlâ vur patlasın çal oynasın devam ediyordu.



Bu utanç verici durum, Mevhibe’yi vicdanen rahatsız ediyordu, büyüdüğü yetiştiği çevreye tahammül edemez hale gelmişti.
Akrabalarından, saraylı dostlarından arkadaşlarından uzaklaştı, yavaş yavaş defterden sildi, hiçbiriyle görüşmemeye başladı.



İstanbul işgal edildi.
Emperyalist zırhlıları Boğaz’a demirledi.
Sokaklarımız İngiliz, Fransız, İtalyan askerleriyle, bu ülkelerin üniforması altındaki Senegalli, Hintli askerlerle dolmuştu.
Küstahtılar.
Kadınlara sarkıntılık ediyorlardı.
İnsanlarımızı tokatlıyor, aşağılıyorlardı.



Yıllar sonra hatıralarını anlatırken “o günü hiç unutmuyorum” diyecekti Mevhibe... “Memleket için en kara gündü” diyecekti.



İşte tam o atmosferde, Şişli’de, Karlo Apartmanı’nda bir davete katıldı. Kalbini adeta yerinden söken adamla, ilk kez orada tanıştı.



O gece orada bitmedi.
Davet çıkışında kalabalık bir grupla birlikte Mevhibe’nin evine gittiler, şafak sökene kadar sohbete devam ettiler.



Misafirlerini uğurladıktan sonra yatmadı. Pencere kenarındaki koltuğa oturdu... O’nu düşünerek tatlı tatlı gülümsüyordu.



Hemen her akşam görüşmeye başladılar. Sadece müzikli davetlerle, eğlenceli yemeklerle, romantik atmosferlerle sınırlı değildi. Mevhibe artık O’nun evindeki –tehlikeli– siyasi toplantılara da katılıyordu.
O’nun talimatıyla İngiliz ve İtalyan işgal kuvvetleri komutanlarının balolarına gidiyordu, sohbetlere kulak kabartıyor, Mim Mim Grubu’nun giremediği çevrelere giriyor, istihbarat topluyordu.



Saray prensesi, Kuvayı Milliye casusu olmuştu!



Sabahlara kadar bitmek tükenmek bilmeyen gizli toplantılar, gerginlik, kahve, sigara... Çelik bakışlı adamın midesine vurdu.
Sancılı krizler yaşıyordu, üstelik yüksek ateş vardı.
17 gün yattı.
17 gün boyunca, Mevhibe başucundan ayrılmadı.



Mayıs 1919...
Çekirdek kadro toplanmıştı.
Hararetli bir toplantı vardı.
O’nun yaveri uygun anını kolladı, Mevhibe’yi göz işaretiyle yemek odasına çağırdı, küt diye “paşa kararını verdi” dedi, “Anadolu’ya geçiyor, hazırlıklar tamam, siz de gitmek ister misiniz?” diye sordu.



Mevhibe afalladı.
Hiç beklemiyordu.
“Biraz düşünmem lazım” diyebildi.



Ve, tam 100 yıl önce bugün...



15 Mayıs 1919.
İzmir işgal edildi.



Artık bir saniye bile durulamazdı.
Vatan komple elden gidiyordu.



Öğle saatleriydi...
Mevhibe’ye “şöyle buyrun lütfen” dedi, karşısına oturttu.

Diğerleri odadan çıktı.
“Gidiyorum” dedi...
“Siz de benimle gelin.”



Bu defa yaveri aracılığıyla değil, bizzat teklif etmişti.
Yine reddetmesin diye ikna etmeye çalıştı.
“Bize çok faydanız olacak, Halide Edip hanım da çok yakında Anadolu’ya geçiyor, yalnız kalmazsınız” dedi.



Ömrü boyunca ilk ve son kez... Bir kadına “benimle gel” diyordu.



Uzuuun sessizlik oldu.
Mevhibe’nin kalbi “koş” diyordu.
Aklı ise kolundan çekiyordu.
“Müsaade ederseniz biraz düşüneyim” dedi.



O çelik mavi gözlerden hüzün bulutu geçti.
Hayal kırıklığı yüzünden okunuyordu.
“Nasıl isterseniz” dedi.
Bir daha ömrü boyunca bu mevzuyu açmadı, asla.



Mustafa Kemal, Samsun’a gitti.
Mevhibe, Milano’ya gitti.



Bir süre Milano’da, bir süre Viyana’da yaşadı. Dresden’e geçti.
Parası iyiden iyide azalmıştı, ucuz fiyatla pansiyon odası kiraladı.
Konservatuara yazıldı, piyano çalıştı, şan eğitimi aldı.
Ruhundaki yaraya müzikle pansuman yapıyordu.



Dört yıl yurtdışında yaşadı.
Maddi açıdan sıfırı tüketmişti.
Şubat 1923’te İstanbul’a döndü.
Evi barkı yoktu.
Arkadaşlarında kaldı.



Cumhuriyet ilan edildi.



Hanedan mensupları sınırdışı edilecekti.
Mevhibe hayatında ilk kez paniğe kapıldı.
Ne gidecek yeri vardı, ne parası, ne sığınacak ailesi.



Hilafet kaldırıldı.
Kadın erkek çocuk, toplam 155 kişi sınırdışı edildi.
Gerisi, kanun kapsamı dışında bırakıldı.
Mevhibe kurtulmuştu...
Ama, artık yaşayabilmek için çalışması gerekiyordu.



Ne yapabilirim diye düşündü, Muhsin Ertuğrul’a gitti, yardım istedi. Eline bir sayfa metin tutuşturdular, “ezberle, prova yapalım” dediler. Doğuştan yetenekti, çok beğendiler... Muhsin Ertuğrul’un kadrosuna katıldı, Ferah Tiyatrosu’nda rol almaya başladı.



Muhsin Ertuğrul, Neyire Neyir, Muammer Karaca, Vasfi Rıza Zobu, Hazım Körmükçü gibi efsanelerle aynı sahneyi paylaştı.
Renkli Fener, İşsizler, Sırat Köprüsü, Bir Zaid Bir, Baskın, Taş Parçası, Cehennem, Donanma Gecesi piyeslerinde oynadı.
Afişlerde “Prenses Mevhibe” adıyla yeralıyordu.
Gazetelere “tiyatrocu prenses” diye haber oluyordu.
Anadolu turnesine bile katıldı.



Muhsin Ertuğrul Avrupa’ya gidince, kadro komple işsiz kaldı.
Şadi bey’in tiyatrosuna katıldı, sabit bir tiyatro salonu yoktu, nerde bulurlarsa orda oynuyorlardı, üç ay dayanabildi, ayrıldı.



Fırtınalı hayatı yüzünden gerektiği gibi sahip çıkamamıştı, anneannesi Cemile sultana emanet etmişti... Oğlunu kaybetti.



Darbe üstüne darbe yiyordu.
Evlat travmasını taşıyamadı.
Suçluluk duygusuyla iyice kabuğuna çekildi.



Galata Liman Şirketi’nde santral memuresi oldu.
Bir hafta geçti geçmedi, müdürüyle kavga etti.
Adamın kafasına sandalye fırlattı, çıktı gitti.



Çocukluk arkadaşı Odette’in eşi mösyö Kormiye, Osmanlı Bankası’nda yöneticiydi, gel bizimle çalış dedi. Başka çaresi yoktu, bu defa Osmanlı Bankası’nın merkez şubesinde santral memuresi oldu.



Bir zamanlar Osmanlı Bankası’nın en varlıklı müşterilerinden biriyken, şimdi aynı Osmanlı Bankası’nın santral memuresiydi.



41 yaşındaydı.
Her şeyini kaybetmişti ama, gururu kale gibi ayaktaydı.
Mustafa Kemal’i arayıp, yardım istemedi.



Büyük dedesi padişah.
Büyük dayısı padişah.
Küçük dayısı padişah.
Sevdiği adam cumhurbaşkanı.
Santral memuresiydi.



1928’de girdiği Osmanlı Bankası’nda ölene kadar çalıştı.
1952’de zatürreden vefat etti.



Mustafa Kemal’in “benimle gel” dediği ilk ve tek kadın... Tarihimizin gördüğü en renkli, en maceralı, en onurlu, en trajik öykülerden biriydi.



Ve aslına bakarsanız...



“Milli Mücadele” denilen kavram, duygusuz, ruhsuz, hamasi nutuklardan, dan dun’dan ibaret değildir.
Çılgın erkeklerin ve çılgın kadınların, yazılmayan romanların, çekilmeyen filmlerin, vatan uğruna yarım kalan aşkların destanıdır.