100 yıl önce...
Böyle bir mayıs ayı.



Bugünkü adı Alsancak olan Punta’da bayram vardı.
İşgal zırhlıları körfeze demirlemiş, Yunan ordusu Pasaport İskelesi’nden karaya çıkmış, vatan toprağımıza ayak basmıştı.
İzmir metropoliti Hrisostomos etekleri uçuşa uçuşa koştu, diz çöktü, işgal komutanının çizmesini öptü, Yunan bayrağını öptü, haçını havaya kaldırdı, askerleri takdis ederek, o meşhur vaazını verdi.
“Evlatlarım... Bugün İsa’nın en büyük mucizesini göstermiş oluyorsunuz, bu uğurda ne kadar Türk kanı içerseniz, o kadar sevaba girmiş olacaksınız, ben de bir bardak Türk kanı içmekle, onlara olan kin ve nefretimi teskin etmiş olacağım, azizler arkanızda” dedi.
Kanımızı içecek kadar bizden nefret eden Hrisostomos’un asıl adı Kalafatis’ti, Atina’da din eğitimi almış, kademe kademe yükselerek İzmir metropoliti olmuştu, Konstantinopolis’in başpiskoposu Hrisostomos’un adını kendisine lakap olarak almıştı, aklınca onu yaşatıyordu, “megali idea” fanatiğiydi, hayatının en mutlu günüydü.
İşte tam o anda, aniden... İnce, uzun boylu, siyah takım elbiseli bir delikanlı fırladı ortaya... Elinde revolver tabir edilen toplu tabanca vardı. “Olamaz, böyle güle oynaya giremezler” diye bağırdı. Bastı tetiğe, peş peşe... Efsun alayının sancaktarı atının sırtından karpuz gibi düştü. Adeta zaman durmuştu, önce sessizlik, sonra panik yaşandı. Baktılar ki, tek kişi, sarıverdiler çevresini, ilk süngüyü iman tahtasına sapladılar, sonra neresine denk gelirse orasına...
Şehit oldu Hasan Tahsin, henüz 30’unda.



O günün akşamı, İstanbul’da... Hava kararmıştı, neredeyse yatma vaktiydi. Mustafa Kemal evine geldi. Kapıyı açan kızkardeşi Makbule’ye sıkıntılı bir yüz ifadesiyle baktı, şefkatle yanağını okşadı, “annemin karyolasının önüne yer sofrası yap, sizinle biraz dertleşmek istiyorum” dedi.
Zübeyde Hanım’ın odasında, karyolasının önüne yer sofrası hazırladılar, patates pureli rosto ve yumurtalı ıspanak yapmışlardı.
Sarışın kurt biraz sonra geldi, üniforması üzerindeydi, üstünü başını değiştirmemişti. Her zaman yaptığı gibi annesinin elini öptü, bağdaş kurarak oturdu. Pat diye... “Gidiyorum” dedi!
Odaya adeta bomba düşmüştü. “Buraların da Selanik gibi olma ihtimali var, giderken gözüm arkamda kalmasın, memleket için uğraşırken sizden yana üzüntüye düçar olmak istemem” dedi.
Zübeyde Hanım küt diye sırtüstü yığıldı. Bayılmıştı.
Doktor Rasim Ferid’i çağırdılar, anca kendine gelebildi.
Heyecan, gerginlik, üzüntü, keder... Zübeyde Hanım’ın yorgun ruhu, bitmek tükenmek bilmeyen evlat ayrılığını taşıyamamıştı, sabaha kadar uyumadı, Kuran okudu.
Günün ilk ışıklarıyla vedalaşmak üzere kapıya geldiler, Mustafa Kemal’in elinde Kuran’ı Kerim vardı, Trablusgarp’ta vuruşurken Libyalı mücahit şeyh Ahmet Sünusi tarafından kendisine hediye edilmişti. Sekiz yıldır nereye gitse, oraya götürüyordu, Sofya’da Çanakkale’de Şam’da Halep’te Filistin’de hep yanındaydı. Annesine bıraktı.
Makbule ağlıyordu. Zübeyde Hanım otoriter ses tonuyla kızını haşladı, “sen asker kardeşisin, ayıp, ağlanır mı hiç” dedi, sanki dün gece üzüntüden bayılan kendisi değilmiş gibi, dimdik durmaya çalışıyordu, “memleket için giden insan ölse bile ağlanmaz, koş misafirlere şerbet ez” diye haykırdı.
Hepi topu birkaç altın bileziği vardı, Selanik’ten elinde avucunda kala kala bunlar kalmıştı, oğluna verdi, “lazım olur” dedi. Zübeyde ana’nın çeyiz bileziği, işte bu şekilde milli mücadele hamuruna karıldı.
Son bir kez sarıldılar.
Mustafa Kemal, kendisini Bandırma Vapuru’na götürecek motora binmek üzere Galata rıhtımına doğru yola çıktı.



Macera böyle başladı.



Ateşten gömleği giymişti ulus.
Akıp gitti, aylar yıllar, canlar.
Takvimler 30 Ağustos 1922’yi gösterirken, yer gök yarılıyordu.
Yüzbaşı Kanellopulos, hatıra defterine çaresizce şunları yazıyordu: “Türk topçusu susmuyor, titreyerek güneşin batmasını bekliyoruz.”



Onun batmasını beklediği güneş, bizim için doğuyordu.



Kudurmuştu Ali Kemal...
Saray’ın büyük gazetecisi!
Köşesinden kin kusuyordu.
“Mustafa Kemalcileri hastalıklı uzuv gibi kesip atmalı” diyordu.
“Mustafa Kemal medeniyet dünyasını aleyhimize çevirmek için Anadolu’da havsalaya sığmaz delilikler yapıyor, cinayetler işliyor” diyordu.
“Bu millici mahluklar kadar başları ezilesi yılanlar hayal edilemez, düşmanlar onlardan bin kere iyidir” diyordu.



İzmirli süvari teğmen Yıldırım, o “mahluk”lardan biriydi.
18 yaşındaydı.
Vurulmuştu.
40 derece ateşli olmasına rağmen, hastaneden kaçmış, yeniden cepheye koşmuş, bugün kendi adını taşıyan Küçükköy İstasyonu’nu almaya çalışırken, son nefesini vermiş, bahçesine gömülmüştü.



Teğmen Yıldırım toprağa düşerken, 30 kadar Yunan askeri, savunmasız Kuzuluk Köyü’ne girdi. Gözleri Fatma’ya takıldı. 15’indeydi. “Taze incir gibi” dediler, sırıtarak... Kaçtı Fatma, evine kapandı, kapıyı kilitledi. Omuzladılar. Açılmadı. Yakalım dediler, evi yakalım, nasıl olsa çıkar. Çaktılar kibriti, alev alev... Çıkmadı kardeşim. Çıkmadı Fatma.



Teğmen Şevket o sırada Uşak’tan geçiyordu. Sakarya’da şehit düşen Yüzbaşı Basri’nin anacığı yakaladı kolundan, “Basrim nerde?” diye sordu. İçi çekildi Şevket’in, boğazı düğümlendi. “Arkadan geliyor ana” dedi. Söyleyemedi gerçeği... Ve, ömrünün sonuna kadar unutamadı bu yalanını, “kendimi asla affetmedim” diye yazdı, o güne dair hatırasını.



“Bedelli askerlik” yoktu o zamanlar. Zenginse canı sağolsun, garibansa vatan sağolsun denmiyordu. Albay “deli” Halit, belinin sağ tarafında “namuslu” dediği tabancasını, belinin sol tarafında “namussuz” dediği tabancasını taşıyordu. İşgalciye “namuslu”yla sıkıyor, işgalciden korkup kaçana “namussuz”u gösteriyordu, “tercih senin yiğidim” diyordu, “istersen buyur kaçmaya çalış!”



Deliren biri daha vardı. İstanbul’daki işgal kuvvetleri komutanı general Charpy, öfkeden deliye dönmüştü. Elindeki haritayı yırttı, fırlattı attı, “bu hızla yarın İzmir’e girerler” dedi. İnanamıyordu. 250 bin kişilik devasa ordu, Fahrettin Altay’ın süvarileri tarafından darmadağın edilmişti. Hayalet gibi, bi ordan bi burdan çıkıyorlar, birliklerin arasına dalıyorlar, hızar gibi biçiyorlar, blok halinde hareket etmesi gereken orduyu, lokma lokma bölüyorlardı.



Kaçıyordu Yunan.
Ecel peşlerinde.



Ve, 9 Eylül... Çiçekler açıyordu İzmir’in dağlarında. Bornova’dan boşaldılar aşağıya, dörtnala... Sonradan adı Kahramanlar olan semte geldiler. Ödenecek bedel vardı daha... İkinci tümen dördüncü alaydan Konyalı Mehmet, Akşehirli Hakkı, Avanoslu Ahmet, son şehitlerimiz... Bugün anıtları var orada. “Vatan ve Namus” yazıyor altında.



Yüzbaşı Şerafettin, teğmen Ali Rıza, teğmen Hamdi, bismillah ilk iş, koştular Hasan Tahsin’in düştüğü yere, hükümet konağının alnı kabağına diktiler al sancağımızı.



Minarelerden ezan sesi yükselirken, Belkahve’deydi Mustafa Kemal, İzmir’i seyrediyordu.



Nif’te kendisi için hazırlanan bağevine gitti.
Tek kat, taş, penceresiz, gaz lambasının ışığıyla aydınlanan, buram buram Ege kokan bağeviydi.
Yorgundu.
Yemek getirdiler, yemedi.
Cıgara çıkardı.
Kahve istedi.
“Biliyor musun İsmet” dedi...
“Bir rüya görmüş gibiyim.”



Karabasanla başlayan, 3 yıl 3 ay 22 gün süren, mucizeyle biten bir rüya... Çiçekler açıyordu İzmir’in dağlarında.



Karşıyaka’ya Alsancak’a Kadifekale’ye dalan süvarilerimiz, gözlerine inanamıyordu bu arada... Bütün şehir ay-yıldızlı bayraklarla donatılmıştı. Adeta “gelincik tarlası”na dönmüştü.
Ne var bunda şaşılacak derseniz... İşgal edilir edilmez, evler didik didik aranmış, bütün bayraklara süngü zoruyla el konulmuş, ibreti alem için sokaklarda yakılmıştı.
E peki şimdi bu kadar bayrak nerden çıkmıştı?



Vaziyet kısa süre sonra anlaşıldı.
Üç yıldır yokluk içinde yaşayan İzmirli kadınlar, bütün eşyalarını yok pahasına satmış, beyaz patiskalarını, kırmızı masa örtülerini saklamış, asla satmamış, yarıdan keserek, komşularıyla değiş tokuş etmiş, sabırla o geceyi beklemişti.
O gece, 8 Eylül 1922’ydi.
Çıkardılar sandıklarından, kırmızı’nın üstüne beyaz ay-yıldız’ı diktiler... Denizi kız, kızı deniz kokan İzmir’in kadınlarının, halkın bayrağıydı onlar.



Ve, 100 yıl sonra, gene mayıs ayı...
Üstelik 19 Mayıs 1919’un 100’üncü yıldönümü.



İstanbul seçiminin iptali arasında gargaraya geldi.
Kafasında fesle dolaşan Kadir Mısıroğlu öldü.



Tabutuna Türk Bayrağı sardılar.



Ölenin arkasından konuşmak bizim töremizde yok.
Bana cevap veremeyecek kişi hakkında asla yazmam.



Cevap verebilecek durumda olanlar için yazıyorum...
Hatta, bu millete mutlaka cevap vermesi gerekenler için yazıyorum.



“Keşke Yunan galip gelseydi” diyen...
“10 Kasım’da saat 9’u 5 geçe kenefe gidin” diyen...
“Mustafa Kemal’in verdiği zararı Yunan yapmazdı” diyen...
“Heykellerinin köpek leşi gibi sürüklendiğini göreceksiniz” diyen...
Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy’a “serserinin teki” diyen...
“One minute sözü, İstiklal Harbi’nden daha önemlidir” diyen...
“Vasiyetimdir, Mustafa Kemal’e zerre muhabbeti olan cenazeme gelmesin” diyen...
Kadir Mısıroğlu’nun tabutuna Türk Bayrağı sarılmasına, hangi yasayla, hangi tüzükle, hangi ahlakla, hangi vicdanla, hangi “milli” ve “yerli” duyguyla, kim izin verdi?