AKP’nin propaganda taktiği hep aynı...

Kendisine yönelik eleştirileri, iç politikadaki rakiplerine yansıtmak.

“Tek adam” eleştirilerinde yaptılar, çevre konusundaki eleştirilerde yaptılar, şimdi de Halkbank konusunda yapıyorlar.

ABD’nin İran’a yönelik tek taraflı yaptırımlarının delinmesinde kullanıldığı iddiasıyla Halkbank’a açılan dava malum.

Bankaya “kurumsal düzeyde” açılan son davanın iddianamesinde, 17-25 Aralık sonrası dönemde de Reza Zarrab aracılığıyla Halkbank üzerinden “ABD’nin İran yaptırımlarının delindiği” iddiası ortaya konuluyor. Ve Zarrab’ın bu kez iş birliği yaptığı kişiler iddianamede isim vermeden, “dönemin başbakanı” ve “Hükümette birden çok bakanlık görevinde bulunan dönemin başbakanının akrabası” olarak geçiyor.

Halkbank konusunda ABD’den ikinci atak ise bizzat Kongre’den geliyor...

Temsilciler Meclisi’nin büyük çoğunlukla geçirdiği Türkiye’ye yaptırım yasasında “Halkbank, kapatılır ya da adı değiştirilirse yerine kurulacak kurumun” yaptırıma uğratılması maddesi var. Aynı metin geçen hafta Senato Dışişleri Komisyonu’ndan da geçti. Senato Genel Kurulu’nda da, Temsilciler Meclisi’nde olduğu gibi açık ara çoğunlukla geçerse Başkan Donald Trump’ın veto yetkisi de ortadan kalkacak. Halkbank’a Amerikan yaptırım uygulanması Trump yönetimi için “kaçınılmaz” hale gelecek.

Belli ki önümüzdeki dönemde Halkbank adı çok geçecek.

İşte tam bu noktada Cumhurbaşkanı Erdoğan -hep yaptığını- yine yaptı; ön aldı.

Halkbank konusunda önümüzdeki dönemde alevlenebilecek tartışmalarda, “yeni bir hedef” oluşturdu.

AKP’den ayrılıp, Gelecek Partisi ile siyasete giren Ahmet Davutoğlu’nu; yine AKP’nin en ağır isimlerinden olan, ancak ayrılıp kendi partisini kurma yoluna giren Ali Babacan’ı “Halkbank çuvalına” atıverdi.

Erdoğan’ın, Babacan, Davutoğlu ve onlarla hareket eden eski AKP’liler hakkındaki “HalkBank’ı dolandırmaya çalışıyorlar” açıklamasını bir de bu açıdan, müthiş bir yansıtma hamlesi olarak okuyun.



İki yılı aşkındır cezaevinde tutulan, aylarca hakkındaki iddianameyi bekleyen, Gezi olayları davasının tek tutuklu sanığı Osman Kavala hakkında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi “derhal serbest bırakılmalı” kararı verdi geçen hafta.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hemen her fırsatta Gezi olaylarını “kalkışma” gibi sunduğu konuşmaları sürürken, Türk yargısından AİHM’in Kavala kararına karşı henüz herhangi bir tepki gelmedi.

Ancak Kavala konusu bu noktada kalacak gibi değil.

Almanya Büyükelçiliği’nde bugün bir ödül töreni var.

Fransa ve Almanya dışişleri bakanlıkları, Kavala’nın kurduğu Anadolu Kültür Derneği Direktörü Asena Günal’ı bu yılın “İnsan Hakları ve Hukukun Üstünlüğü Ödülü”ne layık gördüler.

Almanya’nın Ankara Büyükelçisi Martin Erdmann’a, ödül için neden Anadolu Kültür’ün tercih edildiğini sordum. Yanıt olarak, ödül töreninde yapacağı konuşmanın metnini paylaştı.

Ödülün, Günal’a insan haklarının korunması yönünde yaptığı kişisel çalışmalar için olduğu kadar, Türkiye’deki sivil toplumun tümüne de verildiğini vurgulayan Alman Büyükelçisi’nin konuşmasında en çok üzerinde durduğu konu “azınlık hakları.”

Avrupa Birliği’nin 2019 yılı Türkiye raporunda, Türkiye’nin “dil, din, kültür ve temel hakları konusunda azınlık haklarına uymakta Avrupa standartlarını yerine getirmediğinin” belirtildiğini hatırlatan Erdmann, konuşmasında,  “Kültürel, özellikle de azınlık hakları hâlâ bu ülkede bir sorun” ifadesine de yer vermiş.

Erdmann konuşmasında Kavala’yı da atlamamış;

“Bu sorunlu konularda çalışmak genellikle zahmetli, tehlikeli ve sevilmiyor. Ancak yine de gelecek nesiller için toplumun gelişmesi açısından kesinlikle gerekli. Aslında, hepimiz bu çalışmaların nasıl tehlikelere neden olduğunu, Anadolu Kültür’ün kurucusu, hayırsever ve gerçek bir köprü kurucu Osman Kavala örneğinde şahit olduk. Kendisi bugün hapiste 776’ncı gününü geçiriyor.”

Alman Büyükelçi’nin konuşmasındaki şu bölüm ise özellikle dikkat çekici:

“Kültürel haklar bazen, sosyal ve ekonomik haklarla karşılaştırıldığında, daha az önemli gibi görülür. Kültürel haklar ‘hafif konu’ olarak görülür. Ancak tam aksine, kültürel haklar uluslararası insan hakları çerçevesinin parçası olmaktan çok daha fazlasıdır. Bir tarafta toplumun kültürel yaşamına katılmak, diğer tarafta ifade özgürlüğü tüm insanlar için vazgeçilmez haklarıdır. Bu haklar, Uluslararası İnsan Hakları Üniversal Deklarasyonu’nda ve pek çok uluslararası antlaşmada yerini bulmuştur. Belki de bu antlaşmaların en önemlisi Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Konvansiyonu’dur. BM Genel Kurulu tarafından 16 Aralık 1966’da, 53 yıl önce bugün kabul edilmiştir. Kültürel haklar, sadece kişisel ifade özgürlüğü ve katılım özgürlüğünü kapsamaz. Aynı zamanda kültürel farklılıkların korunmasını ve azınlık haklarını da kapsar...”

Alman Büyükelçisi’nin konuşmasında atıf yaptığı bu sözleşmeye Türkiye de taraf. Ancak Türkiye, anlaşmanın özellikle Kürt sorunuyla ilişkili olabilecek maddelerine “çekince” koymuş durumda.

Alman Büyükelçisi’nin konuşmasındaki unsurlar, gelecekte Avrupa ile ilişkilerde öne çıkacak konunun “azınlık hakları ve kültürel haklar” olacağının da işaretini verir nitelikte...