İnsan, inançlarıyla yaşayan varlıktır. Dünyayı inançlarıyla kurar. Aslında bilgi dediğimiz şey de kesinleşmiş/kanıtlanmış/gerekçelendirilmiş inançlardır. Bazı inançlar ise ruhsal ve bedensel bizi tamamlar; evlilik yapmakta olan bir insanın mutlu olacağına ya da hasta olan bir insanın iyileşeceğine inanması gibi. Coğrafyaları gezerken, gök kubbeden başımıza bir şey düşmeyeceğine ya da yarın sabah yine güneşin doğacağına inanırız. Yaşamı, bu inanmalar olanaklı kılar.

Bir de aşkın olana inanma ihtiyacı vardır; buna, hayata vermek istediğimiz anlam da denilebilir. İnanan için Tanrı, bu anlamın ya nedenidir ya sonucu; lakin anlam yolculuğuna çıkmak isteyenlerin büyük çoğunluğu, aşılması zor söylemlerle karşılaşırlar.

TARİH BOYUNCA OLAN

Foucault’dan hareketle söyleyelim, söylem, “içinde birçok güç ilişkisini bulunduran, devasa, yaşayan bir organizmadır.Kültürü oluşturan söylem, belli bir tarihin, belli bir zaman diliminin, belli bir sosyal grubun anlayışını da yansıtır. Dolayısıyla bir o kadar da politiktir söylem.

Dinler, çıktıkları zamana uygun durumsal öneriler ortaya koyarken, din bilginleri, bunları, kendi zihin dünyalarıyla yoğurarak, tartışılmaz kesin söylemlere dönüştürmüşlerdir; kendileri istememiş olsalar bile, bunu,  peşlerinden gelenler yapmıştır. Öyle ki, karşınıza, her soruya cevabı olan koca bir müktesebat çıkar.

Ve böylece, sorgulamanın yerini ezber ve nakilcilik alır.

Müktesebat kutsanmaya başlanır.

Nasıl bir Tanrı’ya inanılacak ve bu Tanrı’nın mümini nasıl yaşayacak, reçeteler hazırdır.

İtiraz edenler,  tutarsızlıkları ortaya koyanlar ya da farklı düşünenler tarih boyunca kolayca bertaraf edilirler; tekfir ya da aforoz mekanizması, Demokles’in kılıcı gibi tepelerinde hep var olur.

TAHKİK TAKLİDİ KOVAR

Gelmek istediğim nokta şu; sadece müktesebata hapsedilmiş bir anlam, arayışın engelidir. Bir zihne, bir çerçeveye mahkûmiyet, kişiyi fikrî yolculuğa çıkartamaz. Bir müze ziyaretinden öteye geçmeyen yolculuğa dönüşür arayış. Müzeden çıkıp, peki tüm bunlar, bizim için ve tüm insanlık için ne ifade ediyor, gerçeklik karşısında yeri nedir, sorusunu sormak gerekir.

Sınırsızın anlam örgüsünde, sınırlılık olamaz. Levinas “ortaya çıkması esnasında kaybolan varlıktır Tanrı” der. Kutsanan her söylem taklitçiliğe yol açar; taklit ise beraberinde, cehaleti, putlaştırmayı,  kokuşmayı getirir.

Oysa tahkik, aklı davet eder ve taklidi kovar. Böylece anlam dünyamızı yeniden örmeye başlarız. Tahkik, oluşmuş müktesebatı yok saymak da değildir; tahkik, günümüz bilimleri ışığında geçmişi, günümüzü ve geleceği yeniden kurmaktır. Bu anlayış oluşmadığı sürece adının önünde prof  da yazsa, kalkar, “kadın erkek eşit değildir” ya da “sekiz-dokuz yaşında kız çocukları evlenebilir” diyerek söze başlar ve insani gelişmişliği yok sayar. Bu kafayla yürüyenler,  Kant’ın ifadesiyle bir “ergin olamama” durumundan kurtulamayacaklarını dünyaya ilan etmiş olurlar.