Bektâşî fıkralarını severim. Derin anlamlar içerir. Güldürürken düşündürür ve çarpıcı bir şekilde espriyi ortaya koyar. İşte onlardan biri:

Bektâşî, eşek anırınca “sadakallahu’l-azîm” (Allah doğruyu söyler) der. Yanında bulunan sofular hemen öfkelenir:

“Vaay mülhid (dinsiz) herif! Kur’an’ı alaya alıyorsun ha!” derler ve Bektaşi’yi öldürmek maksadıyla üzerine yürürler. Bektâşî telaş etmez; onları şöyle bir göz ucuyla süzer ve:

Cenâb-ı Hakk, Kur’an’da “inne enkera-l esvâti lesavtü-l hamîr” (seslerin en çirkini eşeklerin anırışıdır) buyurmuyor mu? İşte onun için “sadakallahü-l azîm” dedim, der.

CAHİLİN SOFUSU ŞEYTANIN MASKARASI

Linç kültürünün arkasında hiç kuşku yoktur ki cehalet vardır. Bilgi ve görgüdür insanı insan kılan; Sokrates’in ifadesiyle, bilgi erdemdir, ahlaklı olmayı gerektirir. Kişinin cehaleti, ahlaktan yoksun davranışlar göstermesine sebep olur. Hele yarım yamalak bilgilerle bilgiçlik taslayanlar ve onu bunu ötekileştirenler, şeytana eğlence olmak bir yana, savundukları öğretiye büyük zarar verirler. Şu aralar din-diyanet üzerinden yaptıkları konuşmalarıyla ya da verdikleri fetvalarla akla gelen isimleri düşünün; ne demek istediğim daha iyi anlaşılacaktır. Otuz-otuz beş yıllık düşünce serüvenimde, yakından tanıdığım gerçek ilim sahiplerinin, kimsenin dinine, inancına, imanına, namusuna, kılık-kıyafetine, siyasi tercihine dil uzattığını hatırlamıyorum. (Fikri yolculuğumda iz bırakanları bir başka yazıda ele alacağım.)

Cahil-sofu peşin hükümlüdür, sözünde-sohbetinde-davranışlarında ölçü yoktur. Söyleneni anlamaya gereksinim duymaz, zira ezberinin bozulmasını istemez. Hakikat umurunda değildir, bu yüzden farklılıklara tahammül edemez. Tek kıstas kendidir ya da kendisine benzeyenlerdir.

BİLGİ GÜVENDİR

Kültürel kimliğin oluşmasında en önemli faktör dindir. İnanç, kişinin sosyokültürel dünyasını her yönüyle biçimlendirir. Fakat bu oluşum bilgi ve ahlak temelli değilse, kişi, savunma ve saldırma psikolojisiyle hareket eder. Aslında gerçek anlamda bir güven krizidir bu. Zira bilgi ne kadar artarsa, yelpazesi ne kadar genişlerse, hoşgörü o kadar çoğalır. Kur’an’ın ifadesiyle “yakîn” (kesin, sağlam, doğru bilgi) içinde olan iman sahibi, hakikat olarak kabul ettiği değerin, sözün, delilin gücüne inanır. Kendine güven duyduğu kadar, muhataplarını da dikkate alır, dinler ve kendi düşüncelerini sürekli sınar. Çok daha önemlisi inandığı değerlerle ters düşmemeye çalışır. Örneğin bir mümin, beş vakit namazında “Bismillahirrahmanirrahim/Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla” ifadesini onlarca kez tekrarlayacak ve fakat kendi gibi düşünmeyenleri cehennemlik ilan edecek! Bu mümkün müdür? Ya da her rekatta okuduğu Fatiha’da, Allah’a “Alemlerin Rabbi” diyecek ve fakat Tanrı’yı tekeline alıp, o mezhebi, bu meşrebi, o partiliyi, şu kesimi tekfir ya da tahkir edecek. Kur’an’ın tanıttığı Allah “rahmeti kendine ilke edinen, şefkati kendi üzerine farz kılan” (En’am/12) bir Allah’tır; bunu bilecek ve fakat davranışlarında rahmetten eser olmayacak. Bu büyük çelişki nereden kaynaklanıyor dersiniz? Haftaya tartışalım.