Geçen hafta yazımızı, söylem bizim anlam kuşağımızdır; dil, kültür, zaman ve mekân perspektifi birlikte işler, bunlar değiştiğinde anlama perspektiflerimiz de değişir cümlesiyle bitirmiştik.

Birkaç aydır yaşadığımız gerçeklikler bunun ispatı; ilişkilerimiz değişti, en yakınlarımıza dahi bile isteye mesafe koyduk, toplu ibadetlere yasak geldi. Doğum günümde çiçek getiren can dostuma ‘içeri buyur’ diyemedim. Demek ki, söylem ve davranışlarımızı reel durum belirliyor, çünkü teori ile olgu, ahlaki tutum ile gerçekler uyum içinde olmayabiliyor; zorunlu olarak yeni bir üslup/davranış biçimi ortaya çıkıyor. Demem o ki, din tasavvurları (yorumlar bir tasavvur içinden çıkar ve bilmede en etkin yoldur) gereksinimleri dikkate alan ve o günün söylemi içinden oluşan tasavvurlardır.

DİN POLİTİK BİR KURUM MUDUR?

Din (vahiy) topluma gelmez, peygambere gelir; peygamber üzerinden toplumla buluştuğunda ise politik bir mücadelenin içine girer. Soru şu: Dinin kaynağı mı politiktir, yoksa politik olana mı dönüşür? Toplumsallık politik olmayı getirir. Aristo “insan politik bir hayvandır” der; peki, buradaki politik nedir: İnsanın sosyal hayatta pek çok rolü vardır, annedir, babadır, eştir; şehir kurar, yasa yapar, işler, üretir vs. İnsan bu rollerini en iyi şekilde oynamak zorundadır. Dücane Cündioğlu tam da bu noktada din, muamelatı ve toplumsallık yetisini (uyum halinde yaşamayı) güçlendirmek içindir, der. Uyum alışkanlığa, alışkanlık bağımlılığa dönüşür; din bir kimlik verir ama bireysellik kaybolur, tespitini de yapar.

İçi boşalmış dindarlıkta, ibadetler kimliğin aparatlarıdır; namaz kılıyorsa Müslüman, haç çıkartıyorsa Hıristiyan, ağlama duvarında yalvarıyorsa Musevi’dir. Aidiyet hissi şekillerle, imgelerle, mekânlarla hatta kelimelerle belirlenir. (Tanrı diyenlere verilen tepkinin arkasında bu belirlenmişlik vardır; bu arada söylemeden geçmeyelim cehaletin tipik göstergesidir.)

TANRININ ARADIĞI MÜKELLEFİN KENDİSİ

Toplumsallık içinde din (kolektif din) ortak iradeyi temsil eder ve evet bir kimlik verir. Ancak insanda kişilik oluşmamışsa “düşünmeye ihtiyaç yoktur” der ve itaat eder. Aslında neye itaat eder: Çerçeveye! Namazda el şöyle kalkacak, şöyle dua edilecek, şöyle giyinilecek, ceza şunlara, mükâfat bunlara (hatta şu partiye oy vereceksin) şeklindeki sunulana. Muhtariyetini ilan eden bu “çerçeve”, içine aldığını eritir, dışarıda bıraktıklarını heterodoks ilan eder.

Özetle gelenek böyle, ancak hayatiyet arz eden soru şu:

Ahlak yasasının kaynağı olan insan aklı nerede?

Kant’ın “Öyle davran ki iraden, kendisini herkes için geçerli olan kurallar koyan bir yasa koyucu olarak hissetsin” temel ilkesi, bu anlayış içinde kendine yer bulamaz mı?

Soruyu şöyle de soralım;  kolektif din anlayışı evet bir kimlik oluşturuyor, fakat kişilik oluşturamaz mı?

Haftaya tartışalım.