Sık sık vurguladığımız üzere aynı kaynaktan beslenseler de kültürden kültüre değişen dini anlayış farklılıkları bilinen bir gerçektir. Kişi içinde bulunduğu dini-mezhebi nasıl tek doğru olarak görürse, öteki de kendi inanç sistemini aynı şekilde görür. “Efendim ama din diyor ki...” diye söze başlayanlar, bagajlarında var olan ön yargıları/şartlanmışlıkları unutuverirler.

Dinler, iman-ibadet-ahlak temelinde değil de, muâmelat-ukûbat-siyaset çerçevesi içinde ele alındığında, asırların birikimi de devreye girer ve ortaya karmaşık bir yapı çıkar. Kur’an zemininde örneklendirelim; ‘ulu’l-emr’ kavramı Şia’da Hz. Ali ile başlayan, Hasan, Hüseyin ve Zeynel Abidin ile devam eden 12 imam ruhani otoritesi olarak yorumlanırken, Sünnilikte yöneticilerdir. Klasik doktrinde ‘ulu’l-emr’in; sahabe, muhacir, ensar, dört halife, yalnızca Ebu Bekir ve Ömer, ilim ehli, fakihler, tarikat önderleri vb. olduğuna dair çok çeşitli görüşler de vardır. Hal böyleyken, ‘ulu’l-emr’e itaat’i de görüşlerden biri olan yöneticiye atıfla itaat farzdır demek, yönetici sözünün kanun olduğu dönemleri bugüne taşımaktır.

ADALET DİNİN DE RUHU

İslam kültürünün temelinde yer alan “adalet mülkün temelidir” felsefesi, adil yönetimi dolayısıyla hukuk devletini işaret eder. Hukuk devleti, yöneticinin sözünün kanun olması değil yöneticinin sözünün kanunla sınırlandırılmasıdır. O halde hukuk, devlet örgütünün en üstün ve tartışmasız kurumudur. Dolayısıyla bugünün ‘ulu’l-emr’i erdemli bir şekilde hazırlanmış ve yine erdemli bir şekilde uygulanan yasalardır. Bu tanım dâhilinde ancak ‘ulu’l-emr’e yani yasaya itaat şart olur.

KİMLİĞİ Mİ KONUŞACAĞIZ KİŞİLİĞİ Mİ?

‘Ulu’l-emr’ gibi kavramların tanımlarındaki ayrışmalar tarih boyunca devam etmiştir; dil/kültür/siyaset bu yorumlarda belirleyicidir; bu da çoğulculuğu ve demokratik yaklaşımı gerekli kılar. Peki, bu çoğulculuk içinde dini metinler bir toplumsal sözleşme üretebilir mi? İslam dünyasının verdiği fotoğraf buna cevap veriyor; cevap şudur: Bir toplum sözleşmesi oluşturmak için dine ihtiyaç duyan toplumlar toplum sözleşmesi oluşturamazlar. Suçlu din değildir, ahlaklı olabilmek için dine ihtiyaç duyanlardır. Din bir sorun değil, aşılması gereken bir merdivendir; sizi süreklilik içinde bir üst mertebeye taşır ama onun üzerine bir şey inşa edemezsiniz.

Dine, bir iktisadi mala duyulan ihtiyaç gibi ihtiyaç duyulması onu metalaştırır ve din tüccarlığının önünü açar. Din, insanla Tanrı arasındaki bağdır. Temel soru şu: Bir Müslüman’ın derdi kimlik -dolayısıyla siyaset/din devleti- kavgası mı olmalı yoksa bu dünyada Müslüman olarak ben kendimi nasıl iyi insana çevirebilirim çabası mı? Yerimiz kalmadı, haftaya devam edelim.