Geçen haftaki yazımda, anlam yolcuğunda tahkikin önemine dikkat çekmiştim. Bir dostum, arayarak, “peki, neyle oluşturacağız bu tahkiki; geleneksel söylemin içinde kalarak tahkik söz konusu olabilir mi?” dedi.

Araştırmaya/kavramaya dayalı öğrenmeye tahkik diyoruz. Türk âlimi Mâturîdî ‘bilginin zıddı cehalettir, imanın zıddı inkârdır’ der ve bilgi ile iman eşitlemesini doğru bulmaz. Ancak aynı Mâturidî, taklidi imanın (ki pek çok kelamcı) sıhhatini de tartışır. Taklidi imanı tahkiki imana çevirecek akıldır. Akıl bunu enfüsî (içsel, ontolojik) ve âfâkî (dışsal, akli, ilmi, fenni) deliller bularak yapar. Dolayısıyla kalbin tatmini aklın tatminine tabidir; aksi takdirde beklenen sonuç gerçekleşmez, yani iyi-doğru-güzel anlayışının oluşması için, tahkik ve tasdik (bilgi ve kabul) gerekir. Dücane Cündioğlu’nun “din aydınlatmaz ama ısıtır; bilim aydınlatır ama ısıtmaz” sözü, imanın amacı açısından tartışmaya açık. Zira akılla bütünleşmemiş bir inancın insanı götüreceği yer bellidir: Kaos, karanlık ve kötülük. Kaos, karanlık ve kötülüğün ise ısıtmayacağı, en azından insanı mutlu etmeyeceği kesin.

AKIL LOKOMOTİFTİR

Aydınlanma, elbette inançla değil, akılla olur; “ben neyi bilirim, neyi bilemem” kritiğini, akıl,  kendi sınırları içinde yapar. Dolayısıyla soruları soracak olan akıldır, iman ise mutmain olmaya çalışır. Aslında iman dinginlik arar, bu zeminde sorulardan rahatsız olabilir. Ancak rahatsız olan iman, gerçek bir iman olmayabilir. Tüm mesele budur. Tahkik tam da bunun için gereklidir. Diğer yandan, “akıl yetmez mi” sorusu sorulabilir. Evet, tek başına akıl yetebilir ve bir düzen ortaya koyabilir ancak aklın gittiği dünya, sınırları olan mekanik bir dünyadır. İşleyen bir makinanın dişleri arasında kendisini bir parça gibi hissetmek insanı mutlu kılmayacaktır. Eğer bilmek, insanın gerçek anlamda ahlaki bir varlık olarak kendini bilmesi olarak tanımlanacaksa, anlam dünyasına ihtiyacımız var demektir.

İMAN AKLA KÜSEMEZ

Akıl ve imanı iki ayrı fakülte olarak görmeyebiliriz. Elbette işleyişleri itibarıyla çatışabilirler. Bu çatışma sonucunda, imanı akla küstürürsek, imanın karanlık içinde kalacağını bilmeliyiz. Kaldı ki, aklın böyle bir derdi yoktur, akıl kendi ışığıyla ve kendi ürettiğiyle iş görür. Fakat inancın ördüğü fantastik dünyanın, bu ışığa ihtiyacı vardır. Vehim, hayal, sanrı, hakikat aklın ışığı altında ayırt edilebilir; aksi takdirde fantazyalar, hurafeler inançlar olarak görüntüye girer.

Keza geleneksel söylemin içinden günümüz meselelerine hüküm verilemeyeceği, dünyanın ve insanlığın bir gelişime tabi olduğu da akılla/tahkikle bilinir. Altıncı, yedinci yüzyıllardaki uygulamaları bugüne taşımanın, bin beş yüz yıllık gelişimi baştan başlatmak olduğunu inanç değil akıl çözümler.

Demem o ki inanç ile hayat, Tanrısallık ile evrensellik, akıl ile iman arasında güçlü bağlar kurulmalıdır ki, kişi, şablon uygulayıcısı konumundan çıksın, hem aydınlansın hem hayatı anlamlandırsın.