Kadın konusuyla ilgili yazı dizisine bu hafta ara verdim. Zira devletin ve sağlık görevlilerinin koronavirüs kapsamındaki tüm uyarılarına rağmen; cuma namazı veya cemaatle namaz kılmak için Diyanet görevlilerine itiraz eden, cami kapılarını tekmeleyen, olmadı inadına cemaatle namaz kılanlar ile karantinadan kaçarken, kendisini yakalamaya çalışan polisin yüzüne tükürüp “ben hastaysam sen de ol” diyecek kadar ne yaptığını bilmeyen bir umreci vatandaşın görüntüleri içimi acıttı. Bu tutuma cehalet diyelim, kaba softalık diyelim, kendini bilmezlik diyelim ama Müslümanlık demeyelim. Böyle bir anlayışı Allah’ın dinine fatura etmek ihanettir. Muhakeme yoksa din adına söylenecek her şey anlamsızdır. Muhakeme, karşılaştırmalı düşüncedir, usa vurmadır, bir sorunu çözmek için çıkar yol aramadır, verileri ortaya koyup mantıklı sonuç çıkarmadır. Kısaca muhakeme, insanı hayvandan ayıran yetenektir.

CEHALET BAĞNAZLIĞI DOĞURUR

Aklın ve bilimin ışığında çözülmesi gereken konularda illa tarihsel tecrübeden yola çıkılarak hüküm aramak ne kadar doğrudur ayrı bir tartışma. Ancak salgın bir hastalık karşısında nasıl bir tutum alınacağı ile ilgili örnekler de yok değil. Hz. Peygamber “Şayet bir yerde veba (bulaşıcı hastalık) olduğunu işitirseniz oraya gitmeyin. Sizin bulunduğunuz yerde meydana gelmiş ise oradan da ayrılmayın” der. Keza Hz. Ömer, Şam’a giderken, şehirde veba hastalığının yayıldığını öğrenir ve hemen geri dönmek ister. Bunun üzerine Ebu Ubeyde “Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun Ya Ömer?” diye sorar. Hz. Ömer: “Evet, Allah’ın kaderinden, yine Allah’ın kaderine kaçıyoruz” diyerek, kadere bakışını ortaya koyar. Gelin görün ki, günümüz softalarından kimileri Hz. Peygamberden İslam’ı daha iyi biliyor, kimileri Hz. Ömer’den daha takva!

Bu eleştirileri yaptığımda, meyhaneleri, barları ve hatta bazı günah evlerini görmüyor musun diyen dinbazlar çıkıyor. Açıkça söylemeliyim ki, sordukları yerler benim ilgi alanım değil. Bu yerlerle neden bu kadar ilgilendiklerini kendileri düşünmeli.

GELELİM YENİ DÜNYA DÜZENİ OLUŞTURANLARA

Tarih boyunca pek çok felaketler yaşanmış; semavi kitaplar helâk olan topluluklardan bahseder. Bu metinlere, insanlığın serüveni olarak da bakmak mümkün, zira bize tarihsel bir arka plan sunar. İnsanın yeryüzündeki macerasını ve Tanrı’nın müdahalesini birlikte mütalaa ederken, bu metinlerde yer alan darb-ı mesellerden bugünün insanları olarak hangi dersleri çıkarmamız gerekir sorusu önemli. Kur’an’da; kuvvetli bir ses ile yok olan karye halkından, sel felaketiyle cezalandırılan Sebe toplumundan, ellerinden alınarak büyük mahrumiyetlere uğrayan bahçe sahiplerinden, farklı hayvanlara dönüştürülen ashabu’s sebt’ten, Kabe’yi yıkmak üzere yollara düşen ve fakat kuşların attığı taşlarla “kurt yeniği ekin yaprağı” haline gelen Ebrehe ve ordusundan, azgınlıkları sebebiyle helak olan Lut kavminden söz edilir. Semavi kitaplarda geçen bu darb-ı meselleri yeniden okumak ve bu çağın gözüyle yeniden yorumlamak, insanın varlıkla olan ilişkisini anlamlandırmak ve tartmak açısından önemlidir. Bunu neden söylüyorum; vahşi kapitalizmin, bizlere emanet olan dünyayı ne hale getirdiği ortada. Doğaya, çevreye, yaşama, değerlere her türlü müdahaleden kaçınmadı; dev tesisler kurdu havayı-suyu kirletti, enerji dedi, dereleri toprakları yok etti, çiftçiyi ekininden, tohumundan, köyünden etti. Ormanları yaktı, yüz binlerce ağacı kesti. Her gün açlık ve açlığa bağlı hastalıklardan 25 bine yakın insan ölürken, doymak bilmeyenler servetlerine servet kattı. Akıl-vicdan yan yana gelmezse sonuç bu. Evet, bir felaketle karşı karşıyayız; koronavirüs tüm ülkeleri kuşatmış durumda, yarınların ne getireceği ise belirsiz. Muhasebe yapma vaktidir.