17 Nisan 1940, Türkiye Cumhuriyeti için çok önemli bir gündür. Çünkü o gün, ülkeye eğitimde çağ atlatan Köy Enstitüleri kurulmuştur.

Önümde TBMM Kütüphanesi’nden bir belge var. 1939 tarihli. Sol üst köşesinde “T.C. Maarif Vekilliği Ana Programa Hazırlık” ibaresi var.

Başlığında ise “Türkiye Maarifi Hakkında Rapor” yazıyor.

Giriş yazısını yazan Maarif Vekili Hasan Ali Yücel, Cumhuriyet ilan edildikten sonra yeni bir eğitim sistemi kurulması için yapılanları anlatıyor.
Anlattığına göre 1924’ten sonraki 10 yıl Amerika, İsviçre, Belçika gibi ülkelerden onlarca uzman Türkiye’ye davet edilmiş. Hem durumun fotoğrafı çekilmiş, hem önerileri alınmış. Raporu, Türkiye’yi ziyaret eden isimlerden biri olan Amerikalı eğitim filozofu John Dewey yazmış. Dewey, işin başında şu değerlendirmeyi yapmış:

“Memnuniyetle söylemeliyim ki Türkiye eğitim teşkilatında takip edilecek hedefin belirlenmesi konusunda bir zorluk yoktur. O hedef Türkiye’nin dünyadaki uluslar arasında bir organ olarak canlı özgür, bağımsız ve laik bir Cumhuriyet olarak gelişmesidir.”

Dewey’e göre bu hedefe ulaşmak için “erkeklerin ve kadınların birlikte olduğu” okulların, millet etrafında doğru fikirler vermesi, yetenekleri teşvik etmesi, ekonomik olarak kendisini idare edebilecek, sanat açısından gelişmeye sevk edecek, girişimci, yaratıcı insanlar yetiştirmesi gerekiyor. Çünkü, sadece birkaç lider yetiştirmek genç bir Cumhuriyeti yaşatmak için yeterli olmayacağından, eğitim sisteminin bütün vatandaşların sürece katılmasını sağlayacak hale getirilmesi gerekiyor.

İşte bu rapordan bir yıl sonra Köy Enstitüleri kuruldu. Hasan Ali Yücel ile İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç kolları sıvadı ve ülke genelinde 21 Köy Enstitüsü açıldı.

Köy çocukları, bu okullarda yaşayarak, öğrenerek, öğretmen olarak yetiştirildi ve Anadolu’nun dört bir yanına dağıldı. Uygulamanın sonuçları, biraz önce söz ettiğim raporları hazırlayan yabancı uzmanları bile şaşırtmıştı. Muhteşem sonuçlar elde edilmişti. Fakir Baykurt, Dursun Akçam, Ümit Kaftancıoğlu, Talip Apaydın gibi toplumcu yazarlar çıkarmıştı. Eğitim ordusunun en önemli insan kaynağı olmuştu. Ne yazık ki kapatıldılar. Mirasları adeta yağmalandı. Mezunları “komünist” diye her türlü cefaya reva görüldü.

Artık aramızda çok fazla Köy Enstitüsü mezunu kalmadı. O nedenle, Köy Enstitüsü mucizesini canlı tanıklıklardan dinleme şansımız da kalmadı. O mucizeyi ancak kitaplardan ve belgesellerden öğrenebiliyoruz.

Yazıyı yazmadan önce eğitimci Taşkın Yamen’in hazırladığı “Son Enstitüler Belgeseli”ne göz attım.

Talip Apaydın’ın “Biz bu Milli Eğitim Bakanlığı’na bir türlü yaranamadık. Hedef olduk. Fakir Baykurt ve ben, diğer arkadaşlar, sürüldük oradan oraya, öğretmenlikten atıldık” dedikten sonra ağlayarak konuşmasına ara vermesi aslında her şeyi özetliyordu.

Zekeriya Bulut ise Enstitülerin kapatılmasının ne anlama geldiğini şu sözlerle özetliyordu: “Eşkıya bir evi talan etmeden önce lambaları söndürür. Öğretmeni tesirsiz hale getirirseniz, o evi talan etmek kolay olur.”

Ne kadar haklı değil mi? Firdevs Gümüşoğlu’nun yazdığı “Cilavuz Köy Enstitüsü” kitabı Türkiye’nin bu seviyeye gelmesinde Enstitülerin ne kadar önemli rol oynadığını gösteren kitaplardan sadece biri. Kitapta kız çocuklarının eğitim hayatına katılması konusunda içimi parçalayan gerçek bir öykü var mesela.

Mehlika Bozkurt’un öyküsü. Sırf sınıfından bir erkek arkadaşıyla aynı bankta oturuyor diye aynı zamanda akrabası da olan Eğitim Şefi tarafından bütün okulun önünde teşhir ediliyor. Yapılanlara ve haksız suçlamalara dayanamıyor. Utancından köyüne de dönemiyor. Gece, yalın ayak, okulun elektrik ihtiyacını karşılamak için kurulmuş küçük su santralına gidiyor ve kendisini santral göletine bırakıyor. Arkadaşları sabah donmuş halde buluyor. Ailesi cenazesini kabul etmiyor ve enstitünün arkasındaki yamaca defnediliyor. Arkadaşları 40 gün mezarının başında nöbet tutuyor.

Mehlika, karma eğitim nedeniyle Köy Enstitülerine karşı kampanya yapan kesimlerin ilk kurbanıdır.

Bakın İsmail Hakkı Tonguç, Eylül 1941’de bu örnekler artınca enstitü müdürlerine gönderdiği mektupta ne demiş:

“Kızları bir tarafa, erkekleri öteki tarafa ayırarak müesseseyi iki kafes haline getirmek asla doğru değildir ve bu ayırmanın neticesi olarak mektuplaşan kız-erkek iki talebeden kızı enstitüden uzaklaştırmak tedbiri, cemiyetin kadına kıyan eski telakkisinin yaşatılmasından başka bir mahiyet ve manaya haiz değildir. Kızlar kızlıklarını, erkek çocuklar da erkekliklerini bilerek müessesenin tabi hayatı içine sokulmalıdır.”

Aradan 80 yıl geçti. Eğitim sistemimizin hali ortada. Karma eğitime karşı olanlar daha da palazlandı.

Yazık, çok yazık!