İki gün önce bir arkadaşım memleketten bir görüntü gönderip, altına da “tipi sezonu açılmıştır” yazmıştı.

Hayatımın ilk 16 yılının geçtiği Kars’ın tipileri meşhurdur.

Tipi varsa gündüz vakti karanlık çöker, göz gözü görmez. Kar taneleri kurşuna dönüşür tipide. O ıslık ile uğultu arasındaki kesintisiz sesiyle ürkütücüdür tipi.

Kars’ın köylerinde tipi yüzünden kapılar genelde içeri doğru açılır.

Zira gece boyunca tipinin getirdiği kar duvar dibinde (yerel deyişiyle daldeyde) yığılır ve sabah olduğunda kapıyı dışarı doğru açmanız imkansız olur.

Arkadaşımın gönderdiği tipi görüntüsünü izleyip o sesi bir kez daha duyunca yıllar öncesine, çocukluk günlerimizin tipili gecelerine gittim.

Sobanın yanındaki sekide oturup babamın Singer marka radyosunda Kıbrıs Bayrak Radyosu ile Azerbacan Sovyeti Radyosu’nu aradığım günleri anımsadım.



Sağ üsteki büyük düğmeyi milimetrik hassasiyetle çevirirken, kısa dalgadan Azerbaycanlı bir sanatçının ya da 11 telli tarın sesini yakalamak muhteşem bir duygu yaratırdı.

★★★

Ne söyleyeni ne söyleneni bilirdim ama o tını beni yüreğimden yakalardı hep:

“Gönlüm geçir Karabağ’dan

gah bu dağda gah o dağda

Akşam üstü

Koy uzaktan havalansın Han’ın sesi

Karabağ’ın şikestesi...”

Bu dizeleri dillendiren o muhteşem sesin, asıl adı İsfendiyar Arslanoğlu Cevanşir olan Han Şuşinski’ye ait olduğunu yıllar sonra öğrenmiştim.

Hele bir de Reşid Behbudov vardı ki “küçeler”i, “ayrılık”ı “Uzun geceler”i söyledi mi kendimizden geçerdik:

“Geceler sakit (sessiz), çay axır (akıyor)

Lal sularda ay axır

Ey könül gel cövlana (çağlayana)

Eyvandan (balkon/sundurma) mehriban nazlı yar nazlı yar baxır (bakıyor)

Men nece dözüm (nasıl dayanayım)

Yakın gel guzum

Geceler uzun geceler...”

★★★

O tipili uzun kış gecelerinde, sıcacık yuvamızda kısa dalga radyodan dinlediğimiz muhteşem sesler, beni sarsılmaz bir şekilde o topraklara bağlamıştı.

Sovyetler Birliği dağıldığında kurulan Rus pazarlarında, sonradan onlarca kez ziyaret ettiğim Azerbaycan topraklarında en çok o seslerin izlerini sürdüm. Köyleri dolaşıp eski plakları topladım.

Üzeyir Hacıbeyli’nin bestelediği (doğunun ilk operası sayılan) Leyla ve Mecnun operasının kaydını, Sovyetlere nam salmış tenor Bülbül’ü, Behbudov’u dinlerken hissettiğim yakınlık, dedemin o topraklardan Anadolu’ya göç ederken sadece genlerimizi değil, büyük bir kültürel mirası da bize taşıdığını düşündürdü hep.

★★★

Sonradan öğrendiğim tek şey 11 telli Azerbaycan tarının yaratıcısı Sadıkcan’ın, Han Şuşinski’nin, Üzeyir Hacıbeyli’nin, Bülbül’ün, Reşid Behbudov’un Karabağlı olduğu değildi.

Dedemin göç sırasında getirdiği, sahip çıkamadığımız, saklayamadığımız tek halının üzerindeki desenin, Bakü’de gördüğüm Karabağ halılarının deseniyle aynı olduğunu da yıllar sonra öğrendim.



Çocukluğumuzda ata binerken kullandığımız “cıdıra kalkmak” deyiminin Azerbaycan’da Karabağ atlarının hızlı yürüyüşüne denildiğini de sonradan öğrendim.

Sonradan öğrendiğim başka bir şey de Karabağ’daki “Cıdır Ovası”nda yetiştirilen muhteşem kızıl atların, sadece Rusya’daki Don atlarının değil, birçok at türünün kökeni olduğuydu. Ne demişti Kurban Said “Ali ve Nino” adlı eserinde Karabağ atları için?

“Ata baktım ve hayretler içinde kaldım. Önümde Karabağ’ın kızıl mucizesi, yer yüzünde var olan 12 kızıl attan bir tanesi...”

Bu yüzdendir ne zaman Karabağ’ın durumu konuşulsa tereddütsüz “Karabağ Azerbaycan’dır” deyişim.

Bu yüzdendir Şuşa’nın, Fuzuli’nin, Kelbecer’in işgalden kurtarıldığı haberlerini alınca çocukken Singer radyonun kısa dalgasında o muhteşem sesleri yakaladığım an duyduğum mutluluğu yaşayışım.