Devletlerin kuralları vardır. Bütçesinin her kuruşu, o kurallara göre harcanır. Mesela devlet bir hizmet için yatırım yaparsa ve parasını millete ait bütçeden öderse şeffaf yapar, ihale düzenler, rekabet ortamı yaratır, en kaliteliyi en ucuza almaya çalışır. Korona bahanesiyle bu kural tarih oldu.

Eskiden de bir işin adrese teslim yaptırılması durumuyla karşılaşırdık ama en azından formalite icabı “iş acil” denir, davet usulü bir ihale yapılırdı. İşin yapılması için imar, bitince de iskan ruhsatı alınırdı.

Şimdi devasa sahra hastaneleri inşaatı başladı. Sağlık Bakanı, Bakanlığın kaynaklarıyla yapıldığını duyurdu ama ortada ihale yok, proje yok, şartname yok, maliyetin ne kadar olduğu yok. Oysa 4734 Sayılı İhale Kanunu değiştirilmedikçe bu mümkün değil. İşin sonunda “Rönesans yaptı, devlete bağışladı” demezlerse bu iş er ya da geç sorun olacaktır.

Benzer bir durum solunum cihazı konusunda da yaşanıyor. Ne ihale şartnamesini, ne maliyetini biliyoruz. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın açıklamalarından sadece sözleşme yapıldığını biliyoruz. Milyonlarca dolarlık bir alımın “bizim çocuklar yapsın, satın alalım” yaklaşımıyla yapılması hangi devlet aklıyla izah edilebilir?

Cumhurbaşkanı özel oturuma katılmalıydı


“Bundan tam bir asır önce Ankara’da açılan Büyük Millet Meclisimiz, vatanımızın işgal edildiği bir dönemde milletimizin ve devletimizin hürriyet mücadelesinin merkezi olmuştur.”

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan bu cümleyi 23 Nisan gecesi kurdu. Cümle TBMM’nin hayatımızdaki yerini gayet iyi özetliyordu.

Öncelikle “bir asır” olduğuna dikkat çekiyordu Erdoğan. Bir yıl, beş yıl, 50 yıl, 75 yıl değil. Tam bir asır. Dolayısıyla önceki yıl dönümlerinden daha anlamlı.

İkinci önemli tespit “vatanımızın işgal edildiği bir dönemde” ifadesindeydi. Zira TBMM açıldığında, ülke işgal altındaydı. Kuvayı Milliye düşmana karşı isyan bayrağını çekmişti ama sadece düşman değildi uğraştığı. TBMM’nin açıldığı günlerden çok değil bir iki ay önce İstanbul ile Ankara arasında, Bolu’da Hendek’te, Nallıhan’da, Beypazarı’nda Kuvayı Milliye güçlerine karşı Saray destekli bir saldırı başlamıştı.

Son olarak “(Büyük Millet Meclisi) Milletimizin ve devletimizin hürriyet mücadelesinin merkezi olmuştur” diyordu Erdoğan.

Millet olmak, egemenliği devralmak kula kulluk etmeyi bırakmaktı. Millet olmadan devlet olmazdı zaten. Meclis de yaklaşık üç yıl sonra milletin temsilcisi sıfatıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kurmuştu.

Bu üç önemli tespiti bir cümle içinde kullanmasından Erdoğan’ın 23 Nisan 2020 gününün Türkiye Cumhuriyeti için ne kadar önemli olduğunu bildiği sonucunu çıkarıyorum. Peki bu önemi bildiği halde Erdoğan neden 100. yıldönümünde TBMM’ye ayak basmamayı seçmişti.

“Salgın önlemi”, “sosyal mesafe” gibi gerekçeler gösterildi. Bu gerekçeler ikna edici değil. Çünkü Erdoğan’ın salgından önce de sosyal mesafe sorunu yoktu. Bir koruma ordusuyla geziyor, istendiğinde yanına sinek bile yaklaştırılmıyordu. Korona daha ortada yokken dahi TBMM şeref salonunda şeritlerle labirent gibi yollar yapıp sosyal mesafe yaratıyorlardı.

Üstelik, TBMM’de Cumhurbaşkanı için ayrılmış bir loca da vardı. Erdoğan gelmek isteseydi o locayı öyle bir dezenfekte ederlerdi ki yıllarca mikrop yaklaşamazdı.

“Erdoğan gelirse milletvekilleri gelir, kalabalık olurdu” deniyor. Doğru, AK Parti milletvekilleri Erdoğan geldiğinde gelerek kendisine görünmeye çalışıyor, “ben de buradayım” mesajı veriyor. Erdoğan, AK Parti Genel Başkanı olarak “Her ilden bir AK Partili gelsin” dese, hatta o milletvekillerinin listesini yapsa, bu çerçeveyi kim aşabilir ki?

Benim gözümden kaçmıştı AK Parti oylarıyla seçilmiş, TBMM Başkanlığı yapmış bir siyasetçi dün dikkatimi çekti: “Eğer gerekçe gerçekten sosyal mesafe olsaydı akşam istiklal marşı söyleyen çocuklarla da sosyal mesafe korunurdu. Hocalardan dinleye dinleye biz de öğrendik artık. Çocuklarda hastalık çok olmuyor ama pekala taşıyıcı olabiliyorlar.”

Bütün bu değerlendirmelerden yola çıkarak, “Erdoğan özel oturumda TBMM’de olmalıydı” diyorum. TBMM’ye gelmeyerek, yazının başında aktardığım cümlesini öylesine kurduğunu, altını doldurmadığını düşündürdü. Belki de yazdıklarımın hepsi geçersizdir. Belki de -bir ihtimal- sadece aynı gün aynı milletin oylarıyla seçildiği için milli iradenin daha çok kendisinde tecelli ettiğine inanıyordur.

Kim bilir?