Tunalı Hilmi Caddesi’nin Bülten Sokak’la kesiştiği köşede dikilip etrafı gözlemliyordum. Kulağımda Murathan Mungan’ın şiirinden bestelenmiş Yeni Türkü şarkısı çalıyordu.

Sanki bizi ve korona günlerimizi yazmıştı Murathan Mungan.

Hepimizin aklına takılan o “eski günlere dönebilecek miyiz” sorusunun yanıtını vermişti:

“Hayata baksana takmıyor kimseyi Hiçbir şey diriltmez artık geçmişi” Gerçekten de tek başına canlı dahi sayılmayan bir virüs, adeta hayatımızı esir almıştı. Bizler yüzümüzün yarısını kaplayan maskelerle virüsü vücudumuzdan uzak tutmaya çalışırken, virüs geçmişimiz ve geleceğimiz ile karamsarlığımız ve umudumuz arasına büyükçe bir maske geçirmişti.

Takmıyordu hiçbirimizi!

Sağımdan solumdan geçen insanlara baktım.

Maskelerin üzerinde kalmış gözlerde büyük bir endişe, tarifsiz bir keder.

Bir alt caddeye doğru yürümeye başladım.

Müdavimi olduğum mekanlardaki masalara, üzerlerine ters konulmuş sandalyelere, ıssız binalara baktıkça hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı hissini yaşadım.

★★★

İki ay önce, belki de o mekanlardan birinde sürekli selamlaştığımız, birbirimize gülümsediğimiz, hal hatır sorduğumuz işçi, şimdi yüzünde en az 10 kez yıkanmış maskesiyle İş Kur önünde iş arıyordu. Bir umut işte!

Eli cebinde, akşam eve dönerken pide almak için sakladığı 3 lirayı avucuna almış sımsıkı tutuyordu. O parayı dolmuşa vermemek için Mamak’tan Sıhhiye’ye yürümüştü saatlerce. Öyle görünüyor ki dönüşte de yürüyecekti ve eve vardığında umutsuzluğunu, çaresizliğini, üzüntüsünü çocuklarından saklamak için bir süre daha yüzünden çıkarmayacaktı o maskeyi.

★★★

Şu yukarıdaki restoranda, soluk mavi önlüğü ve siyah başörtüsüyle hep Adile Naşit’e benzettiğim aşçı kadın, kuşluk vakti Tuzluçayır’daki evinden çıkıp, dükkana doğru yürüyordu. Veresiye defterindeki bin liralık borç ve cebine sıkıştırdığı boş kese nedeniyle tedirgindi. Ancak başka çaresi de yoktu. Utana sıkıla girdiği dükkanda bakkal efendiden “biri geldi sizin borcu kapattı” sözlerini duyunca sevincinden ne yapacağını şaşırdı. Yüzündeki neşeyi, gözlerindeki gülüşü maske bulamadığı için yüzünün yarısını kapatmak için kullandığı başörtüsü dahi gizleyemiyordu.

Biraz iyiliğin, biraz umudun kaldırdığı o maskenin altından, eve iki pide, biraz zeytin, biraz beyaz peynirle dönebilmenin ne kadar kıymetli olduğu gerçeği çıkmıştı  sanki.

★★★

Aynı saatlerde görkemli bir devlet binasında, dezenfekte edilmiş pırıl pırıl bir odada büyük inşaat şirketlerini temsil eden beş altı kişi masanın etrafında oturmuştu. Milyonlarca liralık bir üniversite inşaatı yapılacaktı. İşin kime gittiği belli olduğundan, bir kişi dışındaki herkes konu mankeniydi aslında. Oysa sahra hastanesi işini de aynı şirket üstlenmişti. Konu mankeni olarak orada bulunanların kızgınlığını ve bu duruma katlanmamaları halinde ihalelerden dışlanma korkusunu, yüzlerini kaplayan en pahalısından N95 maskeleri dahi saklayamıyordu.

O kaliteli maskeler, bu kez devletin bazı işlerini gizli saklı yapabilmek için kullanılmıştı.

★★★

Hem sağlık için kullanıldılar, hem kirli bir şeyleri saklamak için. Tiyatro sahnelerindeki oyunların vazgeçilmezi oldular. Bazen kokudan yayıldığı sanılan vebaya karşı içi kokulu bitkilerle dolu bir gagaya da benzetildiler ya da 1897’de Polonyalı cerrah Johann Mikulicz Radecki’nin ameliyathanede kullandığı ilk maske gibi iki kat gazlı bezden ibaret kaldılar. İkinci dünya savaşı sonrasında hem hava kirliliğine, hem kimyasal biyolojik silah tehdidine karşı vazgeçilmez bir aksesuardı. Yüzyıllardır, salgınlar geldi geçti, oyunlar sahnelendi bitti ama o maskeler hayatımızdan hiç çıkmadı.

Geçmişte Walt Disney’in “Mickey Mouse-Miki Fare” şeklinde ürettiği maskeler, birilerinin çaresizliğinin, her zaman başkalarının fırsatı olduğunu göstermişti.

Şimdilerde birilerinin yüzündeki çaresizliği, umutsuzluğu, üzüntüyü saklayan maskelerin, başka birilerinin başarısızlığını örten ya da “zafer ve propaganda sancağı” olarak kullanıldığı bir balonun misafirleri gibiyiz.

Murathan Mungan’ın da dediği gibi

“Tak etti canıma bu maskeli balo/ Bu maskeli balo/ Ve onun sahte yüzleri...”