Bilim Kurulu önceki gece aşı toplantısı yaptı ve Türkiye nüfusunun koronavirüse karşı aşılanması için oluşturulan algoritmayı duyurdu. Önce sağlık çalışanları ile 65 yaş üstü vatandaşlar aşılanacak. Sonra kronik rahatsızlığı olanlar ve kritik meslek gruplarında çalışanlar. Geri kalanlar da en son aşılanacak.

Biliyorsunuz dünyada üçüncü evreye gelen aşı adayı sayısı sekizdi. Bunlardan üçü çoğalma yeteneği olmayan vektör aşısıydı. Üç aşı inaktif (ölü) virüs aşısı, ikisi ise mRNA (virüsün genetik materyali ile elde edilmiş) aşısıydı. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, Türkiye’nin bir inaktif virüs aşısını temin etmek için sözleşme imzaladığını, bir mRNA aşısı için de görüşmelerin sürdüğünü duyurdu.

Bunun tercümesi şuydu:

Çin’den ölü virüs aşısı ve Almanya-ABD ortaklığından (BioNTech firmasından) mRNA aşısı alınacak.

★★★

Bakanlığın, bu konuda hızlı davranması, Türkiye’nin aşıyı ilk satın alıp yaygın bir şekilde uygulayan ülkelerden biri olması son derece önemli ama insan bu topraklarda aşı çalışmalarının hikayesi hakkında bilgi sahibi olunca üzülmeden edemiyor.

Bazılarınız, özellikle de iktidar mensupları ya da iktidarı kayıtsız şartsız destekleyenler “yeter artık kabak tadı verdi bu mesele” hissine kapılabilir.

Ancak, Osmanlı döneminden bu yana aşı üretilen bu topraklarda 21. yüzyılın ilk çeyreği tamamlanırken dışarıdan aşı ithal etmek zorunda kalmanın çarpıklığını unutturmamak, tekrar tekrar yazmak bizim görevimiz.

Bakın, 27 Temmuz 1938’de o zamanki adı “Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekaleti” olan Sağlık Bakanlığı’nın Başvekalet’e (Başbakanlık makamına) yazdığı yazıda ne diyor:

“Çin Sıhhat Dairesi, Cenevre’de Milletler Cemiyeti Hıfzıssıhha Şubesi Direktörlüğü’ne Çin’deki kolera epidemisi sebebiyle memleketi için kolera aşısı tedarikine ve tavassut etmesi hususunda müracaatta bulunması ve adı geçen direktörlükten de Çin için kolera aşısı göndermek mümkün olup olmayacağı vekaletimizden sorulması üzerine Hıfzıssıhha Müessesemizden Bir milyon santimetre mik’abı aşının gönderilebileceği hakkında taahhütte bulunulmuş olduğunu saygılarımla arz ederim.”

Cumhuriyet hükümetinin taahhütte bulunmakla yetinmeyip, bu yazıdan 10 gün sonra aşıyı Singapur üzerinden Çin’e gönderdiğini de not düşmek isterim.

★★★

Biliyorsunuz, yazıda sözü edilen Hıfzıssıhha Müessesi, 2011 yılında kapatılan Türkiye’nin en köklü sağlık kuruluşlarından biriydi. 1927’de kurulduğu yıl verem ve 1931’den itibaren ağız yoluyla alınan BCG, yine 1931’den itibaren tetanos, difteri, kuduz, tifüs, inflüenza, kuru BCG gibi aşıları üreten enstitü, dünyanın sayılı aşı laboratuvarları arasına girmeyi başarmıştı.

★★★

İktidar mensupları, güncel siyasi ve ekonomik konularda ne zaman sıkışsa “neredeeen nereyeeee” naralarıyla Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki yoksulluğu, olumsuz koşulları hatırlatıyor. 2020 yılında yaşanan bir aksaklık gündeme geldiğinde “1926’da da şöyleydi” diyenlere dahi rastlıyoruz.

Cumhuriyet’i kuranların bıraktığı paha biçilmez mirası, hiç olmazsa kapatırken, satarken ya da Atatürk’ün, 19 Mayıs’ta Bandırma Vapuru’nda, devamında Erzurum’da Sivas’ta, Ankara’da Atatürk’e eşlik eden Refik Saydam’ın ismini o görkemli asırlık binalardan silerken anımsasalar keşke. O kıtlığa yoksulluğa rağmen o kuruluşları inşa eden vizyoner kurucuları görmezden gelseler de inşa edilenleri yad edebilseler keşke.

Sadece Hıfzıssıhha Enstitüsü’nü değil, mesela,

■ Devletin kiracı olduğu “Şehir Hastaneleri” aşkına yok etmek üzere oldukları “Sıhhıye” bölgesini,

■ 1881’den beri bugün övündükleri sağlık sisteminin temellerinden biri olan Ankara Numune Hastanesi’ni,

■ 1925’ten beri faaliyette olan, Türkiye’nin ilk tüp bebek merkezlerinden Zekai Tahir Burak Kadın ve Çocuk (doğum) Hastanesi’ni,

■ 1963’te kurulan Türkiye’nin ilk pediatrik rehabilitasyon merkezi de olan Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Merkezi’ni,

■ Organ nakillerinde uzmanlaşmış, uzmanlık gerektiren hastalıkların tedavisinde çığır açmış 54 yıllık Türkiye Yüksek İhtisas Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ni...

1938’de, Çin’e kolera aşısı gönderen bir ülkenin bugün Çin’den ölü virüs aşısı satın almak zorunda kalması, işte bu görkemli mirasa gösterilen vefasızlığın, Cumhuriyet’le Cumhuriyet’i kuranlarla, Cumhuriyet’in kurduklarıyla hesaplaşma  mantığının sonucudur.

İnsan söylemeden edemiyor değil mi?

“Neredeeeen nereyeeeeee!”