Günlerden 10 Ekim 2015 Cumartesi’ydi.

O sabah, Ankara’da büyük bir barış mitingi vardı.

81 ilden sivil toplum örgütleri, meslek odaları, siyasi partilerin temsilcileri Hipodrom alanında toplanıp yürüyüşe başlamıştı. Hedef mitingin yapılacağı Sıhhiye Meydanı’ydı.

Ben de sabah saatlerinde AŞTİ’de Kars otobüsünü karşılayıp, annemi ve babamı almıştım. Onları eve bıraktıktan sonra TCDD yönetim binasının önüne geçecek, meslektaşlarımızla buluşacaktım. Bir grup gazeteci de Türkiye Gazeteciler Sendikası pankartı altında yürüyüşe destek verecekti.

Tam eve varmıştım ki o dönem Hürriyet’te birlikte çalıştığımız Faruk Bildirici aradı. TCDD binasının önündeydi. Buluşma yerinin yakınında bir patlama duyulduğunu söyledi. İlk tahmini bir ses bombası olduğu yönündeydi. Ancak bir süre sonra ikinci patlama oldu ve telefonlar kesildiğinden kendisiyle iletişimimiz kesildi. Yürüyüş için İstanbul’dan gelen üç yakınım vardı ve onlara da telefonla ulaşma imkanı olmadı.

Ben olay yerine vardığımda, polis yürüyüş için toplanan insanlara su sıkıyordu. Korkunç bir saldırıya uğramış, bir felaketin ortasında kalmış insanların bir de polis copu ve tazyikli suyla muhatap olması belki de tarihte ilk kez oluyordu.

O suyun ve copun gerekçesi, polisin olay yerini kapatırken yaralılara yardım etmeye çalışan insanları da olay yerinden çıkarmaya çalışması, insanların da orayı boşaltmak yerine yaralılara yardım etmeyi, onları alana giremeyen ambulanslara taşımayı sürdürmesiydi.

★★★

Bir gazeteci olarak, savaş bölgeleri de dahil birçok bölgede benzer olay yerlerine gitmişliğim vardır ve şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Ankara Tren Garı’nın önü hiçbirine benzemiyordu. Bosna’da Sırpların attığı havan mermilerine hedef olan pazar yerinde dahi o kadar kan yoktu. Binlerce insanın ortasında iki bombayı peş peşe patlatan cani zihniyet, gerçek bir katliam planlamıştı ve ortaya çıkan manzara Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük katliamı olmuştu. 107 insanımızı kaybetmiştik. 500’den fazla insanımız yaralanmıştı.

Sonrası malum: İstihbaratımız, polislerimiz, saldırının arkasındaki ilişkileri kısa sürede çözdü, fail örgütün IŞİD olduğunu ortaya çıkardı ve teröristleri elleriyle koymuş gibi toplamaya başladı. Faillerden birinin kimliği kısa sürede netleşti. Hatta, 20 Temmuz 2015 günü Urfa’nın Suruç ilçesinde gerçekleşen bombalı saldırının faili ile kardeş olduğu duyuruldu.

Ortaya çıkan tartışmasız gerçek, saldırının göz göre göre geldiği gerçeğiydi.

★★★

24 Ağustos 2019 günü Gelecek Partisi Genel Başkanı olarak konuşan o dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu, şöyle diyordu:

“Terörle mücadele konusunda defterler açılırsa, birçok insan, insan içine çıkamaz. Bizi bugün eleştirenler insan içine çıkamazlar açık söylüyorum. Gelin hafızanızı yoklayın. İleride bir gün Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi yazıldığı zaman eminim en kritik dönemlerden biri 7 Haziran ile 1 Kasım adasındaki dönem olarak yazılacaktır.”

Kendisi, bombalı saldırıları kastetmediğini söylese de sözlerinin herkese 2015’in ikinci yarısında yaşananları anımsatması gayet normal değil mi?

Hafızalarımızı yokladığımızda aklımıza başka ne gelebilir ki?

IŞİD’in ve PKK’nın o dönemde estirdiği terörün yarattığı korku ortamını, terör grupları için yolgeçen hanına dönen güney sınırlarımızı, “özerklik ilanı” adı altında işgal edilmeye çalışılan kentlerimizi, bombalı saldırılarda kaybettiğimiz insanlarımızı, terörle mücadelede verdiğimiz şehitlerimizi kim unutabilir ki?

Türkiye, aydınlık bir gelecek arzuluyorsa, başta 107 canımızı kaybettiğimiz o kara gün olmak üzere bütün karanlık olayların defterlerini açmak ve cesurca konuşmak zorundadır.