Aslında teoride “Af çıkacak” beklentisi, herhangi bir suçun infazı için cezaevine konulan herkeste, hem de cezaevindeki ilk günden itibaren ortaya çıkar.

Beklenen “af” gibi ifade edilse de aslında istenen “bir an önce cezaevinden çıkmak”tır.

O nedenle “infaz indirimi” ya da “denetimli serbestlik süresinin artırılması” her zaman “af” gibi algılanır.

Gerçek anlamda “af” çıkarılması zordur, çünkü Anayasa’nın “eşitlik” ilkesi gereği, biri için çıkarılan af herkesi kapsamak zorundadır.

İşte bu nedenle devletin “af” yerine sunduğu reçete her zaman “cezaevinde kalma süresini kısaltmak” oluyor. Yani bir açıdan mahkuma “affedemiyorum ama cezaevinde kalma süreni kısaltıyorum” mesajı veriliyor.

Şu anda TBMM’deki paketi de bu kapsamda değerlendirmek lazım. Hükümet cezaevlerini boşaltmak için gerçek anlamda “af” çıkaramadığından, bazı mahkumların daha kısa sürede cezaevinden çıkması için düzenlemeler yapıyor. Bu sayede bazı suçlar kapsam dışında tutulabiliyor.

Kimlerin çıkıp kimlerin çıkamayacağını merak ediyorsanız birkaç örnek vereyim:

Cezaevindeki gazeteciler, öğrenciler, siyasetçiler, düşünce suçluları, terörle ilişkilendirildiklerinden ya da devlete karşı suç işledikleri iddiası nedeniyle yeni düzenlemeden yararlanamıyor.

Basın suçu işleyenler, sosyal medya kullanıcıları 2 yıl altında ceza alınca denetimli serbestlik hakkı çerçevesinde cezaevine girmiyordu. Düzenlemede “Denetimli serbestlikte cezanın 1/5’ini yatma zorunluluğu” getirildiği için 2 yıldan az ceza alan gazeteciler, sosyal medya kullanıcıları 4-5 ay cezaevinde kalacaklar.

Organize suç örgütü üyesi olan, o örgütü yönetenler aldıkları cezanın sadece üçte ikisini yatacak.

Hırsızlar, dolandırıcılar, kadına yönelik şiddet suçu işleyenler, uyuşturucu kullananlar, aldıkları cezanın yarısını yatacaklar.

Çocuk yaştakilerle evlenenler tahliye edilecek.

Daha anlaşılır bir deyişle bu düzenlemeyle evinizi soyanlar, bir arkadaşınızı dolandıranlar, eşini/sevgilisini öldüresiye dövenler, 13-14 yaşında bir kız çocuğuyla evlenenler, uyuşturucu müptelaları ve mafya babaları cezaevinde daha az kalacaklar, daha erken tahliye olacaklar ama mesela gazeteciler Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan, Murat Ağırel, STK yöneticisi Osman Kavala, HDP’nin eski eş başkanı Selahattin Demirtaş ve ismini sayamadığım “Devlete karşı suç işledikleri iddia edilen” onlarca siyasi mahkum yararlanamayacak.

Hatırlar mısınız bilmiyorum, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan bir zamanlar şöyle demişti:

 “Kader mahkumları meselesini anlamış değilim. Kime kader mahkumu denir çok çok önemli. Benim ilkem de şudur: Devlete karşı işlenen suçlarda devlet affedici olabilir. Ama kişilere karşı işlenen suçlarda devletin af yetkisi yoktur.”

Aranızda  “Ama Sayın Cumhurbaşkanı Af meselesini kastediyor, bu infaz düzenlemesi” diyenler olabilir. Bu savunmanın geçersiz olduğunu neden “af” yerine “infaz düzenlemesi” ya da “denetimli serbestlik süresinin artması” tercih edildiğini en başta gayet açık bir şekilde anlatmıştım.

Yapılacak düzenlemeyle, Erdoğan’ın bu ilkesi de buhar oluyor.

Çünkü bir kez daha çocuklara, kadınlara, insanlara karşı işlenen “somut” suçların cezası azalıyor, devlete karşı “işlendiği iddia edilen” suçların cezası değişmiyor.

Unutmayın!

Bedenimiz hastalanmasın diye nasıl Koronavirüse savaş açtıysak, Türkiye hasta olmasın diye de antidemokratik uygulamalara, adaletsizliğe savaş açmalıyız. Korona günleri  bize çok şey öğretiyor. Bugünleri atlattıktan sonra yeni bir hayata başlayacaksak, beyaz bir sayfa açacaksak, çok önemli bir görev de siyasetçilere ve yargı camiasına düşüyor:

Adaleti getirmek, demokrasiyi güçlendirmek.

Yazdıkları haberler ve siyasi fikirleri nedeniyle cezaevinde olan gazetecilere, siyasetçilere, öğrencilere, akademisyenlere özgürlük, Türkiye’ye demokrasi ve adalet aşısı gibi gelecektir.

Rönesans Erdoğan’dan rol mü çaldı


Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın İstanbul’da biner yataklı iki sahra hastanesi yapılacağını açıklamasından bir gün önce Cumhurbaşkanlığı ile MİT yerleşkelerini de yapan Rönesans şirketi iki işi de kendilerinin yapacağını duyurmuştu. Bu bilgiyi Erdoğan’dan önce şirket açıkladığına göre sahra hastaneleri için ihale yapılmasına gerek görülmemişti. Hastanelerle ilgili akla gelen bir başka soru da şu:

İstanbul’da (Yenikapı’daki Yeşilköy’deki fuar alanları, spor salonları dahil) çok sayıda bina küçük müdahalelerle sahra hastanelerine dönüştürülebilecekken sıfırdan prefabrik hastane inşa etmek gerekli miydi?