Diplomasi muhabirliği yıllarımın önemli bir bölümünde merhum Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’i takip etmiştim. Demirel yurt içi ve yurt dışında nereye giderse ben de oraya gitmiştim.

Demirel’in göreve geldiği yıllarda Sovyetler Birliği’nden ayrılan Türk Cumhuriyetleri bağımsızlıklarını pekiştirmeye çalışıyordu ve Demirel de o ülkelerin liderlerine açıktan destek veriyor, o ülkeleri çok sık ziyaret ediyordu. Demirel’le birlikte bu ülkelere seyahatlerimizde en çok dikkatimizi çeken şey, o ülkelerdeki yöneticilerin Sovyetler Birliği’ndeki alışkınlıklarından vazgeçmemeleriydi.

Havaalanlarından şehir merkezlerine kadar her 100 metrede bir polis bekletilir, toplantıların yapıldığı salonlarda olağanüstü güvenlik önlemleri alınır, bakanlar/bürokratlar neredeyse iki cümlede bir “gospodin president”e atıfta bulunurdu (Azerbaycan’da bir süre sonra gospodin president yerine hürmetli president denmeye başlanmıştı).

Hem gazeteciler kendi aramızda konuşurken, hem Demirel’le sohbetlerimizde bu duruma takılır, Türkiye’deki duruma şükrederdik. Demirel de “Normal karşılamak gerek. Demokrasileri güçlendikçe, Rusya’nın kontrolünden çıktıkça bu görüntüler azalacaktır” derdi.

Ne yazık ki o ülkelerde durum değişmedi ama bizdeki durum her geçen gün biraz daha o ülkelere benzemeye başladı.

Geçen cuma günü Kızılay’a doğru yürürken TBMM Parkı sınırına vardığımda gördüğüm manzara ne yazık ki bana Demirel’le o ülkelere yaptığımız ziyaretleri çağrıştırdı.

Sadece sekiz baro başkanı TBMM’nin giriş kapısında oturma eylemi yapıyordu. Kapladıkları alan 100 metrekare ya vardı ya yoktu. Ancak polis bütün parkın çevresine çit çekmiş, kimseyi parka almıyordu. Kaldırımdaki çitler nedeniyle parktan geçemeyince herkes bir süre asfalttan yürümek zorunda kalıyordu.

Bu orantısız önlem nedeniyle gereğinden fazla polis de çitlerin iç tarafında buldukları ağaç gölgelerinde beklemek zorunda kalıyordu. Ben yürürken kumanya olarak dağıtılan barbunya konservesini yiyen bir polis gülerek, “durumumuz bu” dedi. Ne diyeceğimi bilemedim.

Kızılay’a vardığımda bir kahvecide oturup Hendek’teki havai fişek fabrikası patlamasına dair gelişmelere göz attım. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın Cumhurbaşkanı’nın talimatıyla bölgeye gittiklerini vurgulaması, bana yine Türk Cumhuriyetlerini çağrıştırdı. Sanki Cumhurbaşkanı talimat vermese olay yerine gitmeyeceklermiş, sanki bakanların, bürokratların her konuda “takdiriyle”, “talimatıyla”, “liderliğiyle” gibi kelimelerle birlikte Cumhurbaşkanı’na atıfta bulunma zorunluluğu varmış gibi.

Bu arada patlayan fabrikanın sahibi MÜSİAD Sakarya Başkanı Yaşar Coşkun olunca AK Parti’den ve hükümetten geçmiş olsun mesajları yağmaya başlamıştı. Bir kadın milletvekilinin önce Coşkun’a geçmiş olsun deyip, sonra “bu vesileyle” diyerek ölen işçiler için başsağlığı dilemesi haklı bir tepkiyi de beraberinde getirmişti.

Tıpkı Soma’daki maden faciasından sonra olduğu gibi. Ölen ve yaralanan işçiler rakamlardan ibaretti ve patronlar her zamanki gibi çok kıymetliydi.

Oysa beklerdik ki AK Parti’liler, ülkeyi yönetenler, iş yeri sahibine geçmiş olsun sırasına girmek yerine, “göz göre göre gelen” bu patlamanın hesabını sorsunlar.

Kurtulan bir işçi “iyi ki depo patlamadı” diyordu. Depo patlamadıysa, patlayınca 3-4 metre çukur açacak kadar çok patlayıcı depo olmayan binalarda ne arıyordu? Patlayan, nitrokoton, gri barut, bitmiş havai fişek bataryaları mıydı?

Firma eski bir firma ama iş kazaları konusundaki siciline, pazar payına, bu firma lehine yapılan mevzuat değişikliklerine, bu alandaki ithalat kısıtlamalarına ve artan gümrük vergilerine bakılırsa, AK Parti döneminde hayli avantajlı ve dokunulmaz hale gelmiş.

Şimdi diyeceksiniz ki bu benzemez konuları nasıl birbirine bağladın?

Şöyle arz edeyim:

Demirel’in dediğini tersten söyleyecek olursak, demokrasimiz kan kaybettikçe, daha önceki iş kazalarında olduğu gibi, fişek fabrikasındaki kazada ölenler de öldükleriyle kalacak, gerekli önlemleri masraf çıkmasın diye almayan patronlar yollarına devam edecek.

Üstelik, TBMM önünde oturan baro başkanları başarısız olursa, gelecekte iş kazalarında ölen garibanlarla, geride kalanların hakkını hukukunu savunacak idealist avukat da kalmayacak.

Bu arada bakanlar, bürokratlar “Sayın Cumhurbaşkanımızın takdirleriyle, Sayın Cumhurbaşkanımızın talimatıyla...” gibi cümleleri basın açıklamalarında, konuşmalarında, sosyal medya mesajlarında tekrar tekrar kullanmaya devam edecek.

Bunlar karşısında biz vatandaşlar ne mi yapacağız?

Başımızı öne eğip, polis çitiyle çevrili parkların etrafından dolaşmaya razı olacağız.