Osmanlı padişahlarından 2. Abdulhamit döneminde görev yapan Maarif nazırlarından biri (Emrullah Efendi, Mustafa Haşim Paşa ya da Zühtü Paşa), “şu okullar olmasa maarifi ne güzel idare ederdim” demiş.

Sözün hiciv amaçlı olduğu ve yanlış yorumlandığı savunulsa da onlarca yıldır bir çok eğitimci, yazar, gazeteci ve siyasetçi eğitim sistemimizin halini eleştirirken bu sözlere atıfta bulunur.

Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk, önceki gün şu açıklamalarıyla o ünlü cümleye yeni bir boyut kazandırdı:

“Bakanlığın bütçesine bakarsanız, yatırım bütçesinin çok çok küçük olduğunu görürsünüz. Bu, tüm okullar için böyledir. Eğitimde asıl yük öğretmenlerin maaşıyla ilgilidir. Maaşlardan dolayı yatırıma fırsat kalmıyor.”

Bakan Selçuk’un bu sözlerini, 2. Abdulhamit’in Maarif nazırının sözlerine uyarlarsak, açıkça “Şu öğretmenler olmasa maarifi ne güzel idare ederdim” dediğini görürüz.

Bir Milli Eğitim Bakanı’nın, eğitim sisteminin en önemli unsuru olan öğretmenleri “YÜK” olarak görüyor olması, eğitimde geldiğimiz noktanın da özetidir aslında.

★★★

Bu satırların yazarı, bir köy öğretmeninin çocuğudur. Amcaları, halaları, dayısı, kardeşi, mezun olduğu öğretmen lisesinden arkadaşları öğretmendir.

O yüzden ne zaman öğretmenlerin aleyhine bir gelişme olsa, ne zaman bir siyasetçi/yönetici öğretmenleri hedef tahtasına koysa, ne zaman bir öğretmenin canı yansa, kalbinde tarifsiz bir sızı yaşar.

Bakan Selçuk’u dinlerken de aynı sızıyı yaşadım.

Evet, Milli Eğitim Bakanlığı bütçesinin yüzde 70’inin personel giderini biliyorum ama eğitimdeki kötü gidişinin öğretmenlere bağlanmasına, öğretmenlerin “yük” olarak görülmesine gönlüm razı olmadı.

Aklıma 2011’den bu yana hesapsızca, kitapsızca milyarlarca lira akıtılan ama hiçbir somut fayda elde edilemeyen FATİH Projesi geldi. Bugün en çok ihtiyaç duyduğumuz “uzaktan eğitimin” teknolojik altyapısı olabilecekken nasıl “ÇÖP” olduğunu, milyarlarca liranın nasıl çöpe gittiğini hepimiz canlı canlı izlemiştik.

Yine aklıma, ailelerin ve çocukların zorla yönlendirmeye çalışıldığı, gelen öğrencileri tutmakta dahi zorlanan imam hatip okulları için onlarcası yapılan kale gibi okul binaları, o binalar için yandaş müteahhitlere akıtılan paralar geldi.

Ya mantar gibi türeyen tabela üniversitelerine ne demeli? Birgün Gazetesi’nin dünkü nüshasında vardı. Bu yıl değişik üniversitelerde 143 bölüme beş ya da altında öğrenci yerleşmiş. 20 bölümü ise tek bir öğrenci dahi tercih etmemiş.

Sayın Selçuk’a soruyorum. Sizinle doğrudan ilgisi olmasa da hükümetinizin bilgisi dahilinde Ankara’da (en az) 750 milyon dolara mal edilen ve çürümeye terk edilen AnkaPark’ın yerine kaç okul yapılırdı?

Kötü yönetimin, milyarlarca liralık israfın olduğu bir ortamda faturanın öğretmenlere kesilmesi tek kelimeyle “ayıptır”, iki kelimeyle, “ayıptır ve günahtır”. Sayın Selçuk’un öğretmenlere bir özür borcu olduğu açıktır.

★★★

Madem söz öğretmen maaşlarından açıldı, geçenlerde Kars’taki köy evimizin bahçesinde babamla yaptığımız sohbeti aktarayım.

(Yaklaşık 40 yıl Anadolu’nun en ücra köylerinde öğretmenlik yapmış, hayatı boyunca kazandıklarıyla ya da emekli ikramiyesiyle bırakın başını sokacak bir evi, küçük bir arabayı dahi alamamış bir öğretmendir babam.)

Cilavuz Öğretmen Okulu’nu bitirdiği yıl Türkiye-Ermenistan sınırında Akyaka’ya bağlı Demirkent Köyü’ne atanmış. Orada başına gelen bir olayı şöyle anlattı:

“Yeni mezun olmuştum. Köye giderken gömlek ve kravatı benden önce mezun olan kardeşimden almıştım. Tek bir pantolonum vardı. O da çok eskiydi ve bir akşam tahta kapıdaki çiviye takılıp yırtıldı. Ertesi gün okula giderken giyecek başka pantolonum yoktu. Yırtığı elimle tutarak muhtara gittim. İğne iplik istedim. Köyde kimseden iğne iplik bulamadık. Bir yaşlı teyze çuvaldız ve çuvalları dikmek için kullandığı kendir ipini getirdi. Pantolonu zar zor onunla diktim ve ilk maaşımla Sümerbank’tan yeni pantolon alana dek öyle idare ettim.”

Dinlerken çaktırmamaya çalışmıştım ama gözlerimden akan yaşa mani olamamıştım.

Teselli etmek için “Siz iyiymişsiniz. Kadronuz varmış en azından. Şimdiki öğretmenlerin kadrosu da iş güvencesi de yok” dedim.

Verdiği yanıt hayatımın pişmanlığını yaşattı:

“Ermişler köyüne yürüyerek giderdim. Üç kez tipide boğulma tehlikesi atlattım. Urfa Bozova’da Tatburç köyüne ancak katırlarla ulaşılıyordu. Köyde haftalarca susuz kalırdım. Bütün bunlara üç kuruş maaş ve kadro için mi katlandık biz?”