Ardahan’da bir dağ var. Adı Kısır Dağı. Yüksekliği 3 bin 197 metre.

O yeşil dağın eteklerinde binbir çiçekle renklenen muhteşem bir yaylamız var.

O yaylada hayvanları otlatmak, saatlerce yürüyüş yapmak, mantar toplamak, kayaların üzerinde kertenkele kovalamak, yeşilimsi yosunları tükürükle ıslatarak kına yakmak, yıllar içinde yerini öğrendiğim kuş ve tavşan yuvalarını kontrol etmek en büyük zevkimdi.

O yaylada biz çocuklara konulmuş tek kural vardı: “Çerkez Ağılını aşma!”

Çerkez Ağılı dedikleri şey, bir çeşit yükseklik sınırıydı.

Epeyce yüksekte, devasa bir kaya grubunun önündeki düzlükte oluşturulmuş eski bir açık hava ağılıydı. Ben kendimi bildim bileli hiç kullanılmamıştı.

Daha yukarı çıkmayalım diye bir de efsane uydurmuşlardı:

“Uzun yıllar önce bir çoban, sürüsüyle birlikte Kısır Dağı’nın yükseklerine çıkar. Yani Çerkez Ağılı’nı aşar. Döndüklerinde hem çoban, hem sürüsü kısır olmuştur. Bir daha ne çoban çocuk, ne de koyunlar kuzu yüzü görür.”

Çocukluk ve gençlik yıllarımızda o dağın eteklerinde ne kurttan korktuk, ne ayıdan ama ne olduğunu dahi bilmediğimiz kısır kalmak en büyük fobimiz haline geldi.

Anlayacağınız hayatın devamı için tek şarttı bizim için Çerkez Ağılı’nı aşmamak.

Günlerden bir gün, ağılın ön tarafında dolaşırken, yukarıdan gelen bir buzağı sesi duydum. Belli ki acı çekiyordu. Gidip kurtarmak istiyordum ama sınırın yukarısında olduğu için gitmekten de korkuyordum. Bir tarafta o acılı sesin kaynağı, diğer tarafta sınırı geçmek ve kısır kalmak.

Sonunda dayanamayıp sesin kaynağına gittim. Çok küçüktü. Ayağı iki kayanın arasına sıkışmıştı. Uzun uğraşlar sonucunda buzağının bacağını kurtardım. Elimdeki sopayı kırıp ayakkabımın bağcığı ile sıkışan ayağı sardım. Kimi zaman kucağımda, kimi zaman omzumda yaylaya kadar taşıdım. Bir tası süt ile doldurup karnını doyurdum. Ekmek ıslatıp verdim. Günler günleri kovaladı, ayağı iyileşti, büyüdü, anne oldu ama elimden ekmek yemeyi, annesiymişim gibi arkamdan dolanmayı, benimle birlikte eve girmeyi bırakmadı.

Artık adı “Deniz’in ineği” olmuştu. Ben üniversiteye başladığımda, ahırımızdaki ineklerin ve buzağıların çoğunun kaynağı, Kısır Dağı’nda bulduğum o buzağı olmuştu. Benim için artık “Kısır Dağı’nın zirvesine giden kısır kalır” efsanesi bitmekle kalmamış, bir buzağının bir ailenin bütün ihtiyaçlarını karşılayacak bir sürüye dönüşmesinin hikayesi ortaya çıkmıştı.

★★★

Bu öyküyü neden mi anlattım?

Mersin Büyükşehir Belediye Başkanı Vahap Seçer dün Torosların eteğinde köylülere damızlık koyun ve keçi dağıtıyordu.

Ne yaptıklarını sorunca “‘Hadi Gel Köyümüze Destek Olalım’ isimli bir proje başlattık. 11 milyon liralık bir proje” karşılığını verdi.

60 aileye 25’er damızlık koyun ve keçi dağıtılıyormuş. O koyun ve keçilerin bir yıllık bütün masraflarını belediye karşılayacakmış.

Üstelik koyun ve keçileri teslim alanların 27’si kadındı. Proje sonuna dek toplam 7 bin 500 damızlık koyun ve keçi dağıtılacakmış.

Hani benim Çerkez Ağılı’nın üst tarafından yaralı bulduğum bir buzağı, büyümüş, çoğalmış yavrularıyla, yavrularının yavrularıyla bizim ailenin geçim kaynaklarından birine dönüşmüştü ya!

Toroslarda dağıtılan 7 bin 500 koyun ve keçinin de çok yakın gelecekte çok büyük bir sürüye dönüşeceğini düşündüm.

Biz değişik nedenlerle kente göç edip sürümüzü kaybettik ve fabrikasyon ürünlerle dolu, kendi kendimize yetmeyen bir hayata teslim olduk.

Ancak Mersin’de, Toroslardaki o 60 aile o topraklara yeni bir kökle bağlanmış oldu.

Bir tarafta çevremizi rant uğruna betona, cama ve plastiğe dönüştürerek ülkeyi kısırlaştırmak, dışarıya bağımlı hale getirmek, diğer tarafta yeniden kendine yetecek bir toplumun tohumlarını atmak, hayatı yeniden üretmek.

Tercih bizim!

Tarsus’un Çavdarlı Köyü’nden Hamiyet Hanım 25 koyun alan köylülerden biri.