Adalet Bakanı Abdulhamit Gül, İnsan Hakları Eylem Planı’nı hayata geçirmek için bir süredir yoğun bir mesai içinde.

İnsan haklarıyla ilgili sivil toplum kuruluşları (STK), akademi dünyası, medya organlarının temsilcileriyle sıkça bir araya gelerek insan hakları sorunlarını giderecek kamunun yol haritasını belirlemeye çalışıyor.

Geçen perşembe günü de Ankara Hakimevi’nde benzer bir toplantı düzenlendi.

Her kesimden insanlar vardı ve bütün katılımcılar süresiz/sansürsüz konuştular. Bakan Gül neredeyse bütün gününü bu toplantıya ayırdı.

Ben de bir katılımcı olarak insan hakları meselesinin bizi en çok ilgilendiren “düşünce ve ifade özgürlüğü” ile ilgili sorunlarına dikkat çekmeye çalıştım.

Konuşan herkesin hemfikir olduğu iki konu vardı:

- Adalet Bakanlığı ve Adalet Bakanı Gül insan hakları standartlarını yükseltmek için samimi bir çaba içindeydi.

- Birçok alanda mevzuatta ciddi sorunlar kalmamıştı ama uygulamadan kaynaklanan önemli sorunlar vardı.

Bir örnek vermek gerekirse, son reform paketinde gazetecilik faaliyetini ve gazetecileri koruyucu çok açık bir hüküm mevzuata girdi:

“Haber verme sınırlarını aşmayan veya eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz.”

TBMM’de kabul edilen yasa metninde bu maddenin gerekçesinde de şu ifadeler yer aldı:

“...ağır, sert veya incitici nitelikte de olsa eleştiri hakkı kullanıldığında kişiye yaptırım uygulanamayacak olması, demokrasinin vazgeçilmez gereğidir.”

Bu değişiklikten sonra basın davalarının görüldüğü birçok mahkemede mütalaaların değişmesini beklesek de hiçbir değişiklik olmadı. Kararlarını hukuk metinlerine göre şekillendirmesi gereken birçok yerel mahkeme, eski metinlerle ve bakış açısıyla hüküm verip topu üs mahkemelere atmayı tercih etti.

Mevcut mevzuat düşünce özgürlüğünü ve özgür gazetecilik faaliyetini koruma eğiliminde olsa da mahkemelerdeki uygulama, devleti ve “devletlileri” koruma eğilimindeydi.

İşte bir başka örnek:

Bizim insan haklarını, düşünce özgürlüğünü konuştuğumuz, Adalet Bakanlığı’nın bu konuda içtenlikle çalıştığına bir kez daha şahitlik ettiğimiz, Cumhurbaşkanlığı Hukuk Kurulu Başkan Vekili Mehmet Uçum’un “Mevcut Basın Hukuku ihtiyaçlara cevap veremiyor, yıl sonuna kadar yeni bir basın hukuku belgesi ortaya koyacağız” sözleriyle Adalet Bakanlığı’na paralel bir tavır sergilediği saatlerde, bir mahkeme bu iyi niyetli çabaları boşa çıkaracak bir “sansür” kararına imza atıyordu.

Bir bakanın Kanal İstanbul güzergahında aldığı arsalarla ilgili haber yapılmasını yasaklayan mahkeme, halkın haber alma hakkını hiçe sayıp adeta bir çuval inciri berbat ediyordu.

Peki mahkemelerin kararları ile mevzuat arasındaki bu uyumsuzluk nasıl giderilecek? İçtihat birliği nasıl sağlanacak?

Bu sorunun yanıtını Adalet Bakanı Abdulhamit Gül verdi:

“Bundan sonra birinci derece mahkemelerin kararları yüksek mahkemelerin kararlarıyla çelişirse, hatalı kararlar o mahkemelerdeki hakimlerin siciline işlenecek. Bu sayede yanlış kararları, meslek hayatları boyunca hakimlerin önüne çıkacak.”

Güzel bir yaptırım değil mi?

Belki bu sayede hakimler baktıkları davalarla ilgili Yargıtay, Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin içtihatlarını okuma, hem Türkiye’deki mevzuata hem evrensel hukuka göre hüküm kurma alışkanlığı edinirler.

Protesto hakkı ve trajikomik bir örnek


Biliyorsunuz ifade özgürlüğünün bir yolu da gösteri ve toplu yürüyüş hakkının kullanımından geçer. Ankara’da yıllardır adeta komediye dönen bir “protesto” olayı var. KHK ile işten atılan 5-6 kişilik bir grup her gün aynı saatte Yüksel Caddesi’nde protesto gösterisi yapmak istiyor. İçişleri Bakanlığı, emniyete eyleme geçit verilmemesi talimatı vermiş. Polis başlarda eylemcilere Kabahatler Kanunu’na göre para cezası keserek caydırma yolunu seçmişti. Ancak mahkemeler bu cezaları iptal etmeye, bu da devlete ciddi bir maliyet getirmeye başladı. Haliyle bu yöntemden vazgeçildi. Gözaltı işlemi yapılmak istendi, ancak bu kez de savcılıklar 2911 sayılı Toplu Gösteri ve Yürüyüş Yasası’na aykırı bir durum oluşmadığını söyleyince bu da yapılamadı. Polis de çaresizlikten eylemcileri her gün bir minibüse doldurup Yüksel Caddesi’nden uzak bir yere bırakmaya başladı. Yolunuz akşam 17:00 gibi Karanfil Sokak’a düşerse ve önünüzden içinden protesto sesleri gelen beyaz bir minibüs geçerse şaşırmayın. İnsan hakları durumumuzla ilgili trajikomik bir oyuna denk gelmişsinizdir.