Geçenlerde, kısaca “rabıta” diye adlandırdığımız “Rabıtatu’l-Âlemi’il-İslâmi” adlı “dini/siyasi” cemiyetin üyesi 100 kişi Mekke’de toplanmış. Bu toplantıya Fas, Mısır, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi Arap ülkelerinin en yüksek İslam uleması katılmış. Toplantının sonuç bildirgesinde Türkiye’nin Libya’daki mevcudiyetinin kınanması da yer almış. Rabıta kısaca başta siyasi önderlerimize olmak üzere, tüm Türk halkına, “Bir iç savaş yaşanan Libya’da sizin aktif olarak bulunmanız yanlıştır” demiş.

Hürriyet yazarı Sosyoloji Doçenti Dr. Ertuğrul Özkök, gazetedeki köşesinde bu olayı “Mekke’den gelen bir ihanet hançeri” başlığı ile yorumladı. Özellikle benim gibi laik cumhuriyet insanlarında, Arap ulemasını, muhakeme yeteneği olmayan, doğruyu yanlıştan ayıramayan düşman kişiler olarak görme önyargısı vardır. Bu yüzden çoğunlukla takındığımız “Arapların âmiri” tavrımızla “Biz, sizi Kudüs’te desteklerken, sizin bizi Libya’da istenmeyen devlet ilan etmeniz tam bir ihanettir” demekte beis görmeyiz.

OSMANLILIK VE CUMHURİYET

Viyana kapılarından Kırım’a, Kuzey Afrika’dan Yemen sahillerine kadar hükümran olmuş resmi adı “Devlet-i Aliyye-i Osmâniye” (Türkçesi, Büyük Osmanlı Devleti) olan “Osmanlı İmparatorluğu” 1774 Küçük Kaynarca Anlaşması ile küçülmeye başlamıştır. Yani Osmanlı Devleti, 1923’ten çok önce imparatorluk olmaktan çıkmış, hatta zamanla yarı sömürge haline gelmiştir. Osmanlı’nın genişleme ve bilahare gerileme ve de çökme dönemlerinde idaresi altında bulunan çeşitli milletlerin “Türkler tarafından yönetilmekten” mutlu olduğu bizim inanmak istediğimiz bir şehir efsanesidir. Bu milletlerin hepsi “bağımsız” olmak için fırsat kollamış, bulunca da isyan etmiştir. Bu da hayatın doğal akışına uygundur. Atatürk, bunun bilincinde olduğu için, Cumhuriyet “ilelebet payidar olsun” diye Türkiye’yi bir “ulus devlet” olarak tasarlamıştır. Ulus devlet, “iç işlerine/iç ayaklanmalarına” başka devletlerin, karışmasına izin vermez; buna mukabil hiçbir gerekçeyle başka devletlerin de “iç işlerine/iç ayaklanmalarına” karışmaz ve taraf tutmaz.

STRATEJİ NE YAPMAYACAĞINA KARAR VERMEKTİR

Bir kişi, bir şirket, bir kurum veya bir devlet istemeden de iki tarafı pis bir değneği tutmak mecburiyetinde kalabilir. Kendisi bela aramazken, bela gelip onu bulabilir. Böylesi durumlarda “fırsattan istifadeye” gidilmez, belirlenmiş “stratejisi” ile uyumlu kararlar alır. En doğru karar bile, bir açıdan mutlaka yanlıştır. O zaman “ehveni şer” (en az sakıncalı) olan şık tercih edilir. Pek tabii zafer hasar ister. Pek tabii düşmanı etkisizleştirmeye giden askerler de düşman tarafından etkisizleştirilir. Şehit vermek acıdır. Ama işin içine tank, uçak, top, tüfek girince bu da kaçınılmazdır.

Son söz: Empati yapamayan, sempati kazanamaz.