Sevgili okurlarım, gerek özel ve gerekse gazetecilik yaşamımda özür dileyecek boyutta herhangi bir hata yaptığımı sanmıyorum.

Haftada altı gün adam gibi yazı yazmak kolay iş değil.

Bunu yapan kim olursa olsun, o yoğun gerilimi yaşaması kaçınılmazdır.

Önce bütün haberleri tarayıp iyi bir konu bulacaksınız, ayrıntıları kafanızda oluşacak ve yazmaya başlayacaksınız.

Artık aceleniz var!..

Yazıyı bir an önce tamamlayıp İstanbul merkeze geçme telaşı içindesiniz.

Yazı bitti!

Ancak hatalar varsa düzeltmek için mutlaka bir kez, gerekirse iki kez yeniden okumanız gerek...

Bazen okurum, hiç hata göremem...

Ancak bir bakarım ki inanılmaz hatalar yapmışım.

Bir keresinde hiç unutmuyorum, Cumhuriyetin ilan tarihini 1923 yerine 1933 diye yazmıştım ve bu rakam hatası bile gözümden kaçmıştı.

★★★

Yazıyı bir kere de başka bir gözün okumasında büyük yarar vardır.

Bu söylediğim sadece günlük yazılar için değil, bence kitaplar için de geçerlidir.

Siz kendi yazdığınızı isterseniz 100 kez okuyun, hataları göremeyebilirsiniz.

Ama ikinci bir göz, görür.

★★★

Yazıyı ve okumasını bitirdikten sonra bizim klasik süreç başlar.

Birkaç oda ötede oturan asistanımız, değerli arkadaşımız Dilek Karaarslan’ı ararım. Konuşma her seferinde aynen şöyle gerçekleşir:

-Dilek’çiğim tamamdır.

-Geliyorum Emin Bey.

Gelir ve yazıyı bilgisayardan alır.

Şimdi dikkatle okuma sırası ona gelmiştir.

Bir süre sonra dahili telefonu çaldırır. Telefon iki kez çalınıp kapanırsa, yazıda bir hata var demektir ve beni çağırmaktadır.

Yanına giderim, işaretlediği hatalı bölümleri bu kez birlikte okuruz.

Bazıları için “Doğru, haklısın” derim ve düzeltme yaparım.

Bazıları için ise “Bu iyidir, böyle kalsın” derim.

Telefon üç kez çalınırsa iş tamam demektir. Dilek okumuş ve hata görmemiştir...

Ve ertesi gün gazetede çıkacak olan yazıyı İstanbul’a geçer.

Bu işlemler genelde saat 16-17 dolaylarında olur.

★★★

Ancak sevgili okurlarım, işim sadece yazıyı yazıp İstanbul’a geçmekten ibaret değildir.

Sabah ilk iş olarak 20 gazeteyi okurum.

Daha doğrusu, başta bizim gazete olmak üzere birkaçını dikkatle okurum, ötekilerin sadece birinci sayfalarına bakarım... Çünkü onlar iktidarın ve sarayın basın bülteni gibidir. Hepsi aynıdır ve okunmaya değecek herhangi bir şey yoktur.

Bir de, sabah gazeteye geldiğim zaman ilk iş olarak bir çay içerken, masamda o gün gelen e-posta mesajlarını kağıda çekilmiş olarak bulur ve gazetelerden önce onları okurum.

O mesajları hakkıyla okuyacak, belki bazılarını ertesi gün yazımda kullanacağım...

Bu mesajları Dilek bana sürekli (kağıda çekilmiş olarak) gün boyunca getirir... Ve her birini dikkatle okumak zorundayım.

O mesajlar gazeteci ile okurlar arasındaki gönül bağı köprüsünün belgeleridir.

Övgüler, az da olsa eleştiriler, yol göstermeler, öneriler, ihbarlar, her şey vardır. Her birini dikkatle okumak zorundayım.

İş bu kadarla bitmez... Öğle saatlerinde bizim cefakâr postacılar ve kargocular tarafından getirilen mektuplar ve kitaplar önüme yığılır.

★★★

Burada hemen şunu da belirteyim...

Sosyal medyada sadece yazılarımın yayınlandığı adıma açılmış bir hesabım var, ancak o işle uğraşmam. O kadar ki mesaj atmayı bile bilmem. Sadece gelen yorumları okurum.

Sosyal medya tüccarlığına, reklamcılığına ve en çok okunma (!) yarışlarına hiçbir zaman girmedim!

Ayrıca sık sık soruyorsunuz “Ekranlara niye çıkmıyorsunuz” diye...

Televizyon defterini kapatalı çok oldu. O kalitesiz ve düzmece tartışma programlarında benim işim yok.

Ne söylüyorsam yazılarımda anlatmaya çalışıyorum.

Merak eden okuyor, etmeyenin bilmesine zaten gerek yok!

★★★

Sevgili okurlarım, bu yazının başlığının niçin “Özür” olduğuna gelince...

Sizin mektuplarınıza, fakslarınıza ve e-posta mesajlarınıza hemen hiçbir zaman yanıt veremiyorum. Oysa çoğunuzun, iki satır bile olsa kısacık bir yanıt, teşekkür beklediğini biliyorum.

Bunu yapmaya gerçekten zamanım olmuyor.

Bu benim eksiğimdir.

O nedenle sizlerden özür diliyorum, hem de çok özür diliyorum.

Bu mazeretimi lütfen kabul ediniz ve benden yanıt beklemeyiniz.

Dedim ya, 43 yıllık gazetecilik yaşamım boyunca beni rahatsız eden, sizlerden özür dilememi gerektiren başkaca hiçbir şeyim, bildiğim kadarıyla yok.

★★★

Yazıyı bitirirken, bu kez de olumlu bir uygulamama kısaca değineyim...

Bana imzalı kitap gönderen tanıdık veya tanımadık herkese, kim olursa olsun telefonla ulaşıp teşekkür etmeyi görev bildim... Çünkü kitap, onu yazanın alın teri ve göz nurudur. Küçücük bir teşekkürle bile olsa saygı göstermek gerekir.

İşte böyle efendim...

Bugün günlerden pazar... Bir tatil gününde rahatça okuyun diye karşınıza siyasetsiz bir yazıyla çıktım, özür diledim. Bağışlamanızı diliyorum.