1 Mayıs, “en yüce değer emektir” diyenlerin bayramı. Bugün bütün dünyada virüs korkusunun dayattığı kısıtlamalar altında kutlanıyor. DİSK Başkanı Arzu Çerkezoğlu, kutlamaların üretimin durmadığı fabrikalarda ve evlerin balkonlarında yapılacağını söyledi ve “Yüreğimizin attığı her yer 1 Mayıstır” dedi.

Kutlu olsun.

Türkiye’de de “milli gelirin her dakika, her saat, her gün, her hafta azalıp eridiği” ortamda 1 Mayıs’a girdik. Bir yıl önce milli gelir kabaca 800 milyar dolardı. Nüfus ise 81 milyon, Suriyelilerle birlikte 85 milyon kişiydik. Ekmek üreten fırıncı, simit satan büfeci, buzdolabı fabrikasında bant işçisi, inşaatta amele, berberde saç kesen kalfa, hamamda kese atan tellak, tarlada soğan hasadına omuz veren genç kızın alın teri, göz nuru, el emeği ile oluşan milli gelir, bir yıl sonra bugün yine kabaca 720 milyar dolara düştü.

Nüfus da arttı.

Yunanistan almadı.

Suriyeliler bizimle kaldı.

Kabaca 86 milyon olduk.

720 milyar doları 86 milyona bölün, kişi başı milli gelirin ne kadar gerilediğini hesaplayın.

★★★

Ekonominin yüzde 50’si yaklaşık 3 aydır durdu. Acıtıcı, düşündürücü, yakıcı, yarının ne olacağını göremeyen fakirleşme içine girdi ülkemiz.

Dünya da fakirleşiyor.

Ama ülkemiz daha hızlı.

Ve çift yanlı.

Çünkü virüsün yarattığı milli gelir azalmasından önce Türkiye, derin bir krizin içine zaten gömülmüştü.

Kriz daha da büyüdü.

Ve altta emekçiler, yoksullar, işsizler kaldılar. Saray hükümeti; bakanlar, ofisler, danışmanlar henüz ortaya virüs sonrası, “altta kalanın canının çıkmayacağı” bir yeni dengeleme modeli koymuş değiller. 1 Mayıs’a Türkiye’yi yönetenlerin seyrettiği “altta kalanın canı çıksın” çaresizliğini kabullenmiş ve suçu virüse yüklemiş bir ortamda girdik.

Ekonomi çakıldı.

Her dakika fakirleşiyor.

Varlığı olanlar da kaybetti. Kaybediyorlar. Daha düşük bir konforlu hayat kuruyorlar.

Ama varlığı olmayanlar.

Emekçiler.

İşsizler.

Gün kazanıp gün yiyenler.

Onlar zaten alttaydılar ve büyük çoğunluğunun düşürebileceği hayat konforları zaten yoktu.

★★★

Ekrem İmamoğlu’nun açıklamasına göre İstanbul’da 20 günde 650 bin kişi yardım istedi. Ankara’da da, Adana’da da, Antalya’da da, Mersin’de de, Gaziantep ile Konya’da da yardım isteyenler artıyor. Kentler yoksul deposuydu, korona salgını geldi, milli gelir düştü yoksul depoları doldu taştı.

Türkiye fakirleşiyor.

En altta emekçiler.

1 Mayıs’a bu yıl emekçiler fakirleşerek girdi. Onları bu krizden “altta kalanın canı çıksın” demeyen bir öneriyi muhalefetin dile getirmesi iyi olur.

İktidar iflas etti.

Çözüm önerisi muhalefetten gelmeli.


Yeni!


Her şey değişecek diyenler var ve onların karşısında “her şey değişmeyecek sadece yeni bir denge kurulacak” görüşünü dile getirenler...

Nasıl olacak?

Anadolu kültüründe “yeniyi yapmak için eskiyi yıkmak ve eskiyi yıkmak için de onu tanımak lazım” diyen bir atasözü var.

Renkli hayaller.

Karamsar beklentiler.

Şaşılacak buluşlar.

Akıl almaz tabular.

Siyah ile beyaz.

Donukluk ile şeffaflık.

Ölüm ile doğum.

Hile ile dürüstlük.

Saflık ile kurnazlık.

Demokrasi ile faşizm.

Alim ile cahil.

Ahlak ile ahlaksızlık.

Vicdan ile bencillik.

Despotluk ile demokratlık. Dünyasal güç ile dinsel güç. Oyun kurucu ile oyun bozucu. Say say bitmez; zıtların birliği eskinin içinde şekil ve vücut bularak, tez antitezini yaratarak ve yeni sentezlere vararak milyonlarca yıldır aktı, günümüze geldi.

★★★

Şimdi bu köklü ve köhnemiş eskiyi bir virüs, değiştirip yeni bir düzen yaratacak diyenler, sanki “en alttaki sınıfların en üstteki sınıflarla eşitlenebileceğini” söylemeye çalışıyorlar.

Kulağa hoş geliyor.

Ben de varım.

Eşitlikten yanayım.

Bayram yaparım.

En alttaki adam, en üstteki adamla arasındaki bütün örtüleri, tabuları, önyargıları, adaletsizlikleri yıksın.

Nasıl ki:

Müslüman camide.

Hıristiyan kilisede.

Musevi havrada.

Budist tapınakta.

Şamanist ağaç karşısında. Ateist doğa içinde, Deist Allah önünde farklıdırlar. Fakat bunlar hukuk önünde ve devlet önünde eşittir. Eşit olmalıdır. Dünya özgürlük ve eşitlik tarihi hep bu eşitliği arayan sınıf savaşları ile doludur. Eski düzen de zaten binlerce yıldır görünüşte “hukuk ve devlet önünde herkese eşitlik” arıyordu. Bunu henüz başaramamış, üstelik hukuk devleti olmakta gerilemiş olan bizim ülkemiz Türkiye’ye virüs geldi, “eskiyi yıkıp yeniyi yapma” beklentisi yarattı.

★★★

Ben de isterim.

Çok sevinirim.

Yenilenmiş Türkiye, ileri demokrasi ile katma değer üretimini hızla toplar ve hukuku öne geçirerek Avrupa ile gerçekten yarışır. Dış borç aramadan ve dış borç bulmadan kalkınmanın yolunu hızla açar; “fakirleşmeden, tersine zenginleşerek ve dünya ile de bağını-bağlantısını koparmadan kendi kendine yetip artan ülke (Almanya-Japonya gibi) olmayı” seçebilir.

Türkiye’nin ruhu vardı.

Son 20 yılda yara aldı.

Bu yara almış ruhun üstünde “İlahiyat da benim... Diyanet de benim... Devlet de benim... Din de benim... Meclis de benim... Adalet de benim... Yürütme de benim... Basın da benim...” diyen israfçı yönetim yapısı yükseldi. Gandi, “Ruh yara aldıktan sonra otoyollar, köprüler, hava meydanları, hastaneler, gökdelenler, hızlı trenler yapmışsın, neye yarar” demişti.

Gandi haklıymış!

Virüsle ilgisi yok.

Türkiye!

Yeniyi bulmaya eli mahkum.