Sıkıldım!
Hepiniz gibi.
Ne yazacağımı düşündüm, bulamadım. Görevim damakla, mideyle
ilgili ama yemek düşündükçe midem kalkıyor artık.
Hem tek başına yemek yemenin ne zevki var ki!
Bir Fransız filozofunun cümlesini hatırladım: “Yalnız yemek yemek
zorunda kalan insan çok zavallıdır.”
Yalan mı? O lezzetleri birileriyle paylaşmıyorsanız neye yarar ki?
Yemek paylaşmaktır. Hem lokmayı, hem de lafı!
Bir arkadaşım buna itiraz etti. “Yalnız yemiyorsun, kendinle yiyorsun”
diye.
Haksız da değil. Yalnızlığı hep kendimizle paylaşmıyor muyuz zaten!
Neyse lafı fazla uzatmayalım. Bu hafta pilav, makarna, köfte, piyaz,
fasülye, tandır, börek ve diğerleri yazımızın dışında kalacak.
Belki yine de küçük bir tarif sokuşturabilirim.
Çok sevdiğim kuskusun tarifini verebilirim mesela.
Bahsettiğim kuskus bizim kuskus. Faslıların kullandığı iri irmik değil.
Bildiğimiz mercimek büyüklüğünde kesilmiş hamur tanecikleri.
Bir paket kuskusu önce tencerede gerçek tereyağının içinde biraz
kavurun. Daha sonra azar azar su ilave ederek pişirin. İtalyanların
risotto pişirme tekniği gibi. Çok lapa olmamasına dikkat edin aman!
Sonra üstüne beyaz peynir rendeleyin. Biraz da maydanoz.
Hepsi bu kadar!.
Ben dün akşam bu basit yemeği bile yapmak istemedim.
Biraz peynir, bir kaç zeytinle nefsimi körelttim.
Sıkılmak iştahımı da kesti anlaşılan! Değil yemek, yemeği düşünmek
bile istemiyorum bu günlerde.
Aklım fikrim görünmeyen virüslerde. Gözüm kulağım haberlerde.
Televizyonlardaki programlar sayesinde, Türkiye’nin kıymetli
hekimlerinin çoğunu tanıdım.
Ülkemizin kıymetli insanlarını tanımaya hep bir takım felaketler neden
olmuyor mu zaten!
Deprem sonunda tüm yer bilimcileri, Suriye’deki savaş yüzünden tüm
savunma uzmanlarını, darbe girişimi sonucunda tüm darbe
uzmanlarını tanımadık mı?
Ekran sayesinde üniversite hocalarıyla akraba olduk adeta!
Şimdi de hekimlerimiz malumumuz oldu.
Sağolsunlar.
65 artı sınıfında olduğum için tüm umutlu, umutsuz açıklamalardan
çok sıkıldım.
Zaten hızla tükenmekte olan kıymetli günlerimi dört duvar arasında
geçirmek istemiyorum artık.
Öylesinin de böylesinin de sonu aynı! Tek karar veremediğim, hangi
ölümü tercih edeceğim.
Dört duvar arasında uzun bir yaşam mı, özgürce soluyarak daha kısa
bir yaşam mı?
Kararsızım!
Godot’yu bekler gibi hissediyorum kendimi!
Neyse, dün gece haberlere de bakmadım. Bir kanaldaki caz
konserine takıldım kaldım.

İlki bir arşiv konseriydi. Amerikalı caz piyanisti Earl Hines’ın
parmakları piyano tuşlarının üstünde, bir o yana bu bir bu yana delice
koşturan yabani atlar gibiydi. Çıldırmış parmaklara benziyorlardı.
Siyah takım elbisesi, incecik siyah kravatı, biryantinle başına
yapıştırılmış saçları, dudağının üstünde incecik pis bıyığı ve gülünce
ortaya çıkan inci beyazı dişleri...
Sesi klasik bir siyahi sesiydi. Boğuk, sanki şarkı sözleri ses tellerine
yapışmış da, dışarı çıkmakta zorlanır gibi!
Bas gitarın da hakkını yememek lazım. O kalın tellerden bu kadar mı
güzel notalar döktürürdü ortalığa insan.
Ardından sahneyi Tunuslu Dhafer Yousef aldı. İstanbullu caz
meraklılarının tanışık olduğu bir Kuzey Afrikalı caz sanatçısı. Yakın bir
geçmişte İstanbul’da, klarnet ustası Hüsnü Şenlendirici ele birlikte
konser vermişti.
Arapça cazı ilk kez dinledim. Çölden gelen ince bir ses sanki. Bir
vahaya caz dinlemeye çağırır gibi.
Yousef aynı zamanda usta bir udi. Udun caza bu kadar uyduğunu
bilmiyordum.
Konserler bittiğinde, vakit geceyarısını çoktan geçmiş, sıkıntımın kara
perdesi biraz aralanmış, hatta karnım acıkmıştı.
Tereyağına iki tane yumurta kırdım. Sarılarını az pişirdim. Onları
ekmekle patlatmak çok hoşuma gider.
Anladım ki sıkıntı, iştah kapatıyormuş.
Bundan sonra daha az sıkılmaya karar verip, yattım, uyudum.