Cumhuriyet, “kayıtsız şartsız ulusal egemenliği” esas alır, “laiktir” ve “ulus bilincine” dayanır. Ulusal egemenliğin kayıt ve şartlarla sınırlandığı, laik olmayan ve ulus bilincine dayanmayan bir cumhuriyet, ruhunu kaybetmiştir.

Cumhuriyetimizin 97. yıl dönümünü kutlamamıza sayılı günler kala Cumhurbaşkanı Erdoğan, Cumhuriyet’in en büyük kaybının “en sığından, en bayağısından, en çarpığından bir Batı taklitçiliği” olduğunu söyledi. Erdoğan ayrıca, Ümmet bilincimizin gölgelenmesine izin vermeyelim” dedi.

Cumhurbaşkanının, “Batı taklitçiliği” eleştirisi ve yeniden “ümmet” vurgusu üzerine Cumhuriyet Bayramı arifesinde Cumhuriyetimizin temel özeliklerini anlatmayı gerekli görüyorum.

CUMHURİYET NEDİR?

Avrupa’da, Aydınlanma Dönemi sırasında “Akıl Çağı”nın siyasal yaklaşımı olarak “ulusal egemenlik” düşüncesi doğdu. Önceleri kralla yapılan bir sözleşmeye (Toplum Sözleşmesi) dayalı “kayıtlı, şartlı egemenliğin” (Meşrutiyet) yerini, zamanla “kayıtsız şartsız egemenlik “durumundaki cumhuriyet aldı. Bu dönüşümde 1789 Fransız Devrimi çok kilit bir rol oynadı. Bu devrim sayesinde Fransa’da “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” formülü düşünceden uygulamaya geçirilerek cumhuriyet ilan edildi. Fransa’da cumhuriyetin kökleşmesi çok kolay olmadı.

Atatürk’ün kurduğu cumhuriyet, ulusal egemenliği, meclis üstünlüğünü esas alır, laiktir. Atatürk’ün kurduğu cumhuriyet ümmetten millet, kuldan yurttaş yaratmıştır.


“Ulusal egemenlik”; Tanrısal, dinsel temelli değildir; “ulusal egemenlik”, aydınlanmış “Akıl Çağı” insanın kendi aklını kullanarak özgür iradesiyle kendi kendini yönetmesi esasına dayanır. Akıl Çağı filozoflarına göre “doğal hukukun” kaynağı akıldır. Özgür akılla hareket eden aydınlanmış birey, kilise, saray, kral, derebeyi vb. başka bir iradeye tabi olmayı reddeder, E. Kant’ın ifadesiyle “Kendi aklını kendisi kullanma cesaretini” gösterir, kendi egemenliğini kendi eline alır ve kendisini yönetecek kişileri kendisi seçer. Dolayısıyla “ulusal egemenlik” ve onun siyasi rejim olarak ifadesi durumundaki cumhuriyet, özü itibarıyla laiktir.

Fransız Devrimi ile ortaya çıkan “milliyetçilik” (ulusçuluk), ulus devletlerin kurulmasına neden oldu. Halk hareketleri sonunda krallıkların yıkılmasıyla kurulan ulus devletler doğal olarak “ulusal egemenliği” benimsediler. Böylece cumhuriyet genelde “ulus devletlerin” siyasi rejimi olarak belirdi.

Sonuç olarak cumhuriyet, “kayıtsız şartsız ulusal egemenliği” esas alır, “laiktir” ve “ulus bilincine” dayanır. Ulusal egemenliğin kayıt ve şartlarla sınırlandığı, laik olmayan ve ulus bilincine dayanmayan bir cumhuriyet ruhunu kaybetmiştir.

Türkiye’de Cumhuriyete geçişin nedenleri


1923’te Türkiye’de cumhuriyetin ilan edilmesi, hem “aklın” ve “çağın” bir gereği, hem de halkın bilinçli eyleminin doğal bir sonucudur.

29 Ekim 1923’te Türkiye’de cumhuriyet ilan edilerek “egemenlik” saraydan, sultandan alınıp asıl sahibine “halka” verildi, böylece “hak” yerini buldu.

Bazılarının iddia ettiği gibi cumhuriyetin ilan edilmesi jakoben (tepeden inmeci), baskıcı, diktatörce bir hareket değildir; tam tersine “halkçı”, “eşitlikçi”, “adil” ve “çağcıl” bir harekettir.

Birincisi; egemenlik doğası gereği -adı, sanı ne olursa olsun- bir hanedana, bir soya, bir adama ait değildir, olamaz.

İkincisi, tarihsel süreçte insanlar egemenliğini bilerek, isteyerek, gönüllü olarak bir hanedana, bir soya, bir adama teslim etmiş de değildir. Gücü ele geçiren bir haneden, bir soy, bir adam egemenliğe el koymuş ve dinden de yararlanarak halka hükmetmiştir. Atatürk’ün ifadesiyle “Egemenlik ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye ilim icabıdır diye görüşme ile münakaşa ile verilmez. Egemenlik, saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır...”

Üçüncüsü, Kurtuluş Savaşı’nda vatan işgal edilince milletin önemli bir bölümü, saraydan, sultandan icazet almadan, kendi aklıyla ve kendi özgür iradesiyle vatan savunmasına başladı. Millet “hakkını”, “hukukunu” korumak için Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri kurdu, yerel kongreler düzenledi, milis güçleri oluşturup düşmana karşı direndi. Böylece yüzyıllar sonra ilk kez halk, kendi kararını kendisi verip kendi kaderini kendi eline aldı. Bu gerçeği gören Atatürk, “ulusal egemenlik” formülüyle 4 yıl içinde cumhuriyetin altyapısını hazırladı.

Cumhuriyet, hep anlatıldığı gibi, Atatürk’ün 28 Ekim 1923 gecesi İsmet Paşa’ya “Yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz” demesiyle bir gecede kurulmadı. Atatürk’ün kafasında daha gençlik yıllarından beri var olan cumhuriyet düşüncesi, 23 Nisan 1920’de Ankara’da TBMM’nin açılmasıyla ete kemiğe büründü. Atatürk, meclisin açılmasından bir gün sonra, 24 Nisan 1920’de öne sürdüğü “Meclisin üstünde hiçbir güç ve kuvvet yoktur” ilkesiyle cumhuriyete giden yolu açtı. 20 Ocak 1921 Anayasası’nın 1. maddesindeki “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Yönetim biçimi halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına dayanır” ilkesiyle “fiilen” ve “hukuken” cumhuriyet kuruldu. Ancak o sırada “resmen” cumhuriyetin ilan edilmesinin önünde bazı engeller vardı.

Birincisi; öncelikle vatanın işgalden kurtarılıp bağımsız olması gerekiyordu. Vatan “siyasi bağımsızlığa” sahip olmadan milletin “ulusal egemenliğe” sahip olması olanaksızdı.

İkincisi; sarayın, milli hareketi, “dinsiz”, “Bolşevik” bir hareket olarak adlandırdığı, halife, padişah yanlılarının isyanlar çıkardığı bir ortamda padişahsız, halifesiz bir sistem durumundaki cumhuriyetten söz etmek milli harekete zarar verebilirdi.

Üçüncüsü; “Kayıtsız şartsız ulusal egemenlik” demek olan cumhuriyetin önünde saltanat ve hilafet gibi “kayıt” ve “şartlar” vardı. Bu nedenle Atatürk, kendi ifadesiyle, zamanı gelinceye kadar cumhuriyeti “vicdanında milli bir sır” olarak sakladı. Kurtuluş Savaşı sonrasında, Lozan görüşmeleri öncesinde, 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılması, 17 Kasım 1922’de milletle tüm bağı kopmuş Halife Vahdettin’in İngilizlere sığınıp ülkeden kaçmasıyla egemenliğin önündeki “kayıt” ve “şartlar” büyük oranda ortadan kalktı. 29 Ekim 1923’te, anayasada yapılan bir değişiklikle cumhuriyet resmen ilan edildi.

Sonuç olarak Kurtuluş Savaşı başlar başlamaz kendi özgür iradesiyle eylemli olarak harekete geçen millet; 23 Nisan 1920’de Ankara’da TBMM’nin açılması, 20 Ocak 1921 Anayasası’nın ilan edilmesiyle “fiilen” ve “hukuken” egemenliğine sahip oldu. Eğer millet, sarayın telkinleriyle hareket etseydi, nasihat heyetlerini dinleyip milli harekete katılmasaydı, Ankara’daki meclise temsilcilerini göndermeseydi ve TBMM, 1921 Anayasası’nı kabul etmeseydi, 1923’te cumhuriyetin ilanı mümkün olmazdı. Milletin “kendi kaderini kendi eline alma kararlığını” gören Atatürk, tereddütsüz cumhuriyete yürüdü. Ancak bu yolda çok yalnız kaldı. Kendi ifadesiyle “Kavrama sınırları biten arkadaşlarının” muhalefetine, engellemelerine rağmen, en uygun zamanda cumhuriyeti ilan etti.

CUMHURİYET LAİKTİR


Türkiye Cumhuriyeti laiktir. Atatürk, 1930’da “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabında Türkiye Cumhuriyeti’nin neden laik olduğunu şöyle açıklamıştı: “Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dini yoktur. Devlet idaresinde bütün kanunlar, nizamlar, ilmin çağdaş medeniyete temin ettiği esas ve şekillere, dünya ihtiyaçlarına göre yapılır ve tatbik edilir. Din telakkisi, vicdani olduğundan, Cumhuriyet, din fikirlerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı, milletimizin çağdaş ilerlemesinde başlıca muvaffakiyet etkeni görür.” (Afet İnan, Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk’ün El Yazıları, s. 56) Atatürk’e göre çağdaşlaşmanın ön şartı laiklikti. Devlet yönetimindeki kanunların, çağdaş medeniyetin bilimsel esaslarına ve dünya ihtiyaçlarına göre yapılması şarttı.

Laik devlette siyaset, hukuk, eğitim, ekonomi vb. alanlar dinsel kurallarla değil, aklın ve bilimin eseri kanunlarla ve kurallara şekillendirilir. Aksi halde değişmeyen kanun ve kurullarla sürekli değişerek gelişen çağa ayak uydurmak mümkün değildir. Atatürk bu gerçeği 1924’te şöyle ifade etmişti: “Medeniyetin icatları, fennin harikaları, cihanı değişiklikten değişikliğe sürüklediği bir devirde asırlık köhne zihniyetlerle, maziye düşkünlükle mevcudiyetin muhafazası mümkün değildir.” İşte bu nedenle cumhuriyetle birlikte laik karakterli devrimler yapıldı: 1924’te halifeliğin kaldırılması, Tevhidi Tedrisat Kanunu’nun kabulü, medreselerin kapatılması, 1925’te tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması, şapka kanunu, 1926’da Medeni Kanun’un kabulü, 1928’de Arap harflerinin yerine Latin kökenli harflerin alınması, dinsel ifadelerin anayasadan çıkarılması, 1934’te kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi ve 1937’de laikliğin anayasaya girmesiyle devlet ve toplum hayatı laikleştirildi.

CUMHURİYET ÇAĞDAŞ UYGARLIĞA YÖNELİKTİR


Cumhuriyet’in Batı’ya yönelme nedeni çağdaş uygarlığa yönelmekti. Atatürk bu gerçeği, “Milletimizi çağdaşlaştırmak istiyoruz... Medeniyete girmek arzu edip te Batı’ya yönelmemiş millet hangisidir?” diye ifade etmişti. (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. III, s. 68) Atatürk, Cumhuriyet’in Batı’ya yönelmesinin “Batı taklitçiliği” olmadığının da altını çizmişti. “Biz Batı medeniyetini bir taklitçilik olarak almıyoruz. Orada iyi olarak gördüklerimizi kendi bünyemize uygun bulduğumuz için, dünya medeniyet seviyesi içinde benimsiyoruz.” demişti. (Arı İnan, Düşünceleriyle Atatürk, s.120)

Cumhuriyet Atatürk’ün en büyük eseridir.


Cumhuriyet’in çağdaşlaşma hedefi Batı’yı taklit etmek değil, Atatürk’ün ifadesiyle “Milli kültürümüzü çağdaş medeniyet seviyesinin üstüne çıkarmaktı.(Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C.II, s. 272)  Bunun için TTK, TDK, Ankara Dil-Tarih Coğrafya Fakültesi, İstanbul Üniversitesi, Halkevleri, Halkodaları, Köy Enstitüleri gibi kültür kurumları kuruldu. Halka gidildi; bir taraftan halk çağdaş uygarlıkla tanıştırıldı, diğer taraftan halkta yaşayan Türk ulusal kültürü çağdaş yaklaşımla yeniden yorumlandı.

ÜMMETTEN ULUSA KULDAN YURTTAŞA


Dinsel aidiyetin esas olduğu Osmanlı’da “ulus” değil, “ümmet” bilinci vardı. Cumhuriyetle “ümmet” bilincinin yerini “ulus” bilinci aldı. Osmanlı Millet Sistemi’ne göre halk, din ve mezhebe göre sınıflandırılırdı. Ancak Fransız Devrimi sonrasındaki ulus devletler çağında ümmet bilinciyle ayakta kalmak mümkün değildi. Nitekim I. Dünya Savaşı’nda Müslüman Arapların Osmanlı’dan ayrılmalarıyla “ümmetçilik” iflas etti. Sonrasında Türklerin Trakya’dan ve Anadolu’dan atılmak istenmeleri, buna karşı verilen Ulusal Kurtuluş Savaşı sonrasında kurulan cumhuriyet, bir ulus devlet rejimi olarak doğdu.

Saltanatta ”kul”, cumhuriyette “yurttaş” esastır. Cumhuriyetimiz, padişahın kullarını, özgür yurttaşlara dönüştürdü. 1924 Anayasası’nın 88. maddesinde “Türkiye halkına, din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından Türk denir” denilerek “yurttaşlık” vurgusu yapıldı. Saltanatta “kullar” kendi özgür iradelerine değil, sultanın mutlak iradesine tabidirler; cumhuriyette ise “yurttaşlar” kendi özgür iradelerine tabidirler; yurttaşların özgürlüğünü sınırlandıran şey, başkalarının özgürlüğüdür, bunu belirleyen de çağdaş hukuk kurallarıdır. Atatürk’ün ifadesiyle saltanat “korkuya”, cumhuriyet “fazilete” dayanır. Saltanatta; saray soylular, ulema, bürokratlar ve kapitülasyonlardan yararlanan yabancılar ayrıcalıklıdır; saltanatta toplumsal eşitsizlik, cumhuriyette ise fırsat eşitliği vardır.

97.yılında Cumhuriyetimizi gerçek demokrasiyle taçlandıramadığımız gibi, meclisi zayıflatarak, laikliği aşındırarak, fırsat eşitliğini yok ederek Cumhuriyetimize büyük zarar verdik. Hamasi cumhuriyet nutukları yerine bu gerçekle yüzleşip cumhuriyeti yeniden kurmalıyız.