12 Eylül 1980 darbesinin ilk yasakladığı kitap – kaç sol kuşağın elinden düşürmediği- “Felsefenin Temel İlkeleri” oldu!

Yazarı, Macar kökenli Fransız felsefesi Georges Politzer (1903-1942) idi. Fransız Komünist Partisi üyesiydi; ve partinin “Paris İşçi Üniversitesi” öğretmenlerinden biriydi...

Nazilerin Fransa’yı işgalinde gizli direnişe katıldı; eşi Mai ile birlikte 1942’de tutuklandı. Kurşuna dizildi. Mai de bir yıl sonra Auschwitz kampında öldü...

Georges Politzer’in kitabı, 1935-1936 yılları arasında verdiği felsefe derslerinin öğrencileri tarafından alınan notlara dayanıyor.

Her eğitim düzeyinden insanın anlayabileceği seviyede basit dille yazılan kitap 1945 yılında yayınlandı...

Marksist diyalektiği anlatıyor kitap; “her şey birbirine bağlıdır”:

-“Karşıtlar çatışma halindedir ve değişmeler bu çatışmalardan doğar; böylece değişme, çatışmanın çözümüdür...”

-“Sınıf çıkarları yüzünden burjuvazi, gittikçe gerçeğe sırt çevirir...”

-“Bizim edindiğimiz yaşam anlayışının ilk öğeleri, eğitimimiz-öğrenimimiz bize yanlış bir bilinç verir...”

-“Bir toplumun bilgi, kültür ve ahlak seviyesini o toplumun iktisadi temeli belirler...”

-“Dünyayı olduğu gibi gerçek yüzüyle görmek diyalektik materyalizmdir...”

- Diyalektiğe göre hiçbir şey bitmiş, tamamlanmış biçimde bulunmaz; her şey, her zaman bir sürecin sonu ve başka bir sürecin başıdır...”

Elbet bu girişi yapmamın sebebi var... Konuyu, Coronavirüse getireceğim!

İKTİDARIN TIBBI KULLANMASI


Büyük filozof Sokrates’in anlamlı sözü var:

-“Felsefe, neleri bilmediğini bilmektir.”

Gençliğimde elimden düşürmediğim kitabın yazarı Georges Politzer’den analitik düşünme yapısını öğrendim...

Bir başka Fransız felsefeci ise sağlığa-tıbba bakışımı kökten etkiledi!

Michel Foucault (1926-1984)...

Yerleşik- alışıldık düşünce kalıplarına karşı mücadele veren bir filozof idi.

Siyasal ilişkileri salt ideolojiler- propagandalar üzerinden düşünmenin yüzeysel olduğunu ileri sürerek, fikir hayatına yeni kavramlar kazandırdı.

“Biyopolitika” bunlardan biri oldu...Tıbbi stratejileri kullanan “biyopolitikanın” bedeni, siyasal hedeflerin aracı haline getirdiğine dikkati çekti.

İktidarların, tıp-sağlık üzerinden denetim sağladığını; insan bedeni üzerinden güç elde ettiğini ve toplumları-ülkeleri yönettiğini açıkladı.

“Kliniğin Doğuşu-Tıbbi Algının Arkeolojisi” gibi eşsiz bir eser yazdı:

-“Hayat, hastalık ve ölüm, artık teknik ve kavramsal bir üçleme biçimidir. Hayatın içine hastalık korkusunu, hastalığın içine de ölümün yaklaşan varlığını yerleştiren çok eski inançların sürekliliği parçalanmıştır...”

-“ Uygarlıktan önce insanlar, sadece en basit ve en kaçınılmaz olan hastalıklara yakalanmışlardı. (...) Onlar da o karışık, karmaşık, değişken sinir hastalıkları değil, gerçek mani krizleri ya da ciddi beyin kanamalarıydı.

-“Kişinin koşullara göre yetişmesi ve bireyin çevresindeki toplumsal ağın daralmasıyla ilişkili olarak, ‘adeta sağlık da giderek bozuldu’; hastalıklar farklılaştı ve birbirine karıştı; ve toplumun üst kesimlerinde mümkün olan en yüksek seviyeye çıktı...”

BEDEN İKTİDARIN NESNESİ


Michel Foucault, 1961’de yayınladığı (ki bizde 1992’de yayınlanan) “Deliliğin Tarihi”  kitabıyla başladığı uzun yolculuğunu “Hapishanenin Doğuşu”, “Cinselliğin Tarihi”  eserleriyle sürdürdü...

“Biyopolitikanın” disiplinli ve kontrollü “modern devletin”/ “modern kapitalizmin” doğuşuyla başladığını açıkladı:

-“Hayat (beden) artık iktidarın nesnesi oldu.”

Yaşam, armağan değil, mülktü:

-“Toplumun bireyler üzerindeki denetimi yalnızca bilinç veyahut ideoloji vasıtasıyla değil; aynı zamanda beden içerisinde ve bedenle birlikte gelişir. Kapitalist toplum için her şeyden daha çok önemli olan biyopolitikaydı, biyolojik olandı, bedensel olandı, maddi olandı. Beden biyopolitik bir gerçekliktir, tıp ise biyopolitik strateji...”

Yani... Biyopolitika, kapitalizmin beden üzerinde yürüttüğü kullanım, tahakküm ve denetim stratejisiydi...

Coronavirüs ile yaşanılanları bu felsefi görüş açısıyla değerlendirmenizi öneririm.

Modern kapitalizmin yükselişiyle birlikte tıp dönüştürdü; bedenler üzerinden insanlar ele geçirildi. “Kara Kutu” kitabımda bunu anlatmaya çalıştım...

Nietzsche diyor ki:

-“Yaptığınız için felsefesini bilmezseniz-yapmazsanız yalnızca teknisyen olarak kalırsınız.”

Bunu bizim çoğu doktora anlatamadım bir türlü. Hâlâ bana “sen doktor musun ki bu konuları yazıyorsun” diyen var!

Evet, “Bir toplumun bilgi, kültür ve ahlak seviyesini o toplumun iktisadi temeli belirler!”

Sonuçta:

1 Mayıs Emekçi Bayramı bu felsefi bilinçle kutlanmalı ve yeniden “İşçi Üniversiteleri” açılmalıdır...


Buluşunu yaptığı ilacı önce kendi üzerinde deneyen Osmanlı hekimi: SABUNCUOĞLU ŞEREFETTİN


Dünyanın gündeminde koronavirüs var. İlacı bulundu mu? Hayvanlar üzerinde denenmeye başlandı mı? Ya insanlarda denenmeye ne zaman başlanacak? Peki, ilaç geliştirme süreçleri dün nasıldı? Sizleri altı asır önceye götüreyim; Akşemsettin’in tepkisine rağmen tıp eserlerini Türkçe yazan bir hekimle tanıştırayım...


Önce tespit:

Osmanlı, Fatih’ten önceki dönemde medreselerinde daha çok dini bilgiler öğretti. Fen/pozitif bilimler, ancak Fatih’in tahta çıkışıyla önem kazandı. Çünkü Fatih, alimlere-bilginlere çok önem verdi; onları hep himaye etti...

Fatih döneminde Osmanlı Devleti’nde bilimsel etkinliklerin yerleşip kökleşmesi için küçümsenemeyecek girişimlerde bulunuldu. Örneğin... Bu devirde yükselmek ve padişahın gözüne girmek için bilimsel eserler yazmak elzem oldu.

Böylece... Osmanlı, tarihinin en parlak dönemini bu yüzyılda yaşadı. Bu isimlerden biri de Sabuncuoğlu Şerefettin idi...

Başlayabilirim:

Sabuncuoğlu Şerefettin (1386-1470)...

Şehzadeler şehri diye anılan Amasya’da doğdu. Ki şehrin ayrı bir özelliği ise Amasya’nın tıp tarihi açısından ayrı bir önemi olmasıydı. 14’üncü yüzyılın başlarında kurulan Amasya Darüşşifası adeta bir tıp merkezi olarak görev yaptı ve birçok hekim buradan yetişti...

Dedesi Sabuncuoğlu Hacı İlyas Çelebi 1408-1421 döneminde; ve  babası Ali Çelebi 1421-1451 yıllarında hekimbaşılık yaptı.

Sabuncuoğlu Şerefettin temel eğitimini Amasya Darüşşifâsı’nda (anatomi, patoloji, hijyen, farmakolojiye ait bilgiler bulunan “Tervîh el -Arvâh” adlı tıp kitabının yazarı) Amasyalı Burhanettin Ahmedi’den aldı...

Amasya Darüşşifası’nda on bir yıllık eğitimden sonra 17 yaşında hekimliğe başladı. Hem hastaların tedavisiyle ilgilendi; hem de tıp bilgisini geliştirmek için okumaya, araştırmaya- denemeye hiç ara vermedi...

Sabuncuoğlu Şerefettin, 1386-1470 yılları arasında Amasya’da yaşadı.


KENDİNİ ZEHİRLEDİ

Buluşları hiç kolay olmadı. Örneğin...

Amasya’da o dönemde sıkça yılan zehirlenmesi yaşanıyordu. Tedavide kullanılabilecek ilaçlar konusunda çalışma yapan hekimlerden biri de Sabuncuoğlu oldu...

İddiaya göre, panzehir üzerinde çalışmalar yaparken geliştirdiği panzehri önce tavuk ve horozlar üzerinde denedi. Olumlu sonuç alınca kendi üzerinde denemeye karar verdi. Bunun için çok zehirli bir yılan getirtti ve sol elinin başparmağını ısırttı. Kendini zehirledikten sonra geliştirdiği panzehirden aldı.

Panzehir sayesinde herhangi bir zehirlenme belirtisi yaşamadı; parmağı bile şişmedi!

Kaleme aldığı “Mücerrebname” bir “deneysel tıp” kitabıydı; ve eserinde bu olayı ayrıntılı anlattı. Yani...

Sabuncuoğlu Şerefettin hastaları için kendini feda eden bir hekimdi.

Deneyimlerine birkaç minik örnek vereyim:

Yardımcısı ile İstanbul’dan Amasya’ya dönerken bitlendiler. Tedavi için cıva, çam reçinesini karıştırıp keten ipliğinden de fitili hazırlayıp ilacı boynuna bağladı, kalanını da koltuk altlarına sürerek bitlenmeyi önledi...

Bir başka örnek de çocuk düşürücü ilaçla ilgiliydi. Ana karnında ölen bir bebeğin düşürülmesi için verdiği ilacın rahimde oluşan ura iyi geldiğini anladı.

Karşınızda, kanserli tümörün ameliyatla alınmasını öneren bir Osmanlı hekimi var.

Deneye, akla dayandığı için eserinde hep bunun önemini belirtti.

Hipokrat... Bergamalı Galen... İbn-i Sina gibi kendinden önce insanoğlunun hizmetine kendini adamış tıp bilginlerini hep yâd etti Sabuncuoğlu... Eserlerini yazarken veya ilaçlarını hazırlarken bu alimlerin eserlerinden yararlandığını hep belirtti.

Bu aslında şunu gösteriyordu:

Sabuncuoğlu Şerefettin hep araştıran bir hekimdi...


Sabuncuoğlu, Cerrahiyyetü’l Haniyye adlı eserini sade bir Türkçe ile kaleme aldı.


168 TIBBİ ALET

Sabuncuoğlu Şerefettin, diğer birçok hekimin aksine özellikle cerrahi ile ilgilendi. O dönem hekimler cerrahiye pek ilgi duymazlardı. Sebebi cerrahi müdahalede hayati tehlikenin çok yüksek olmasıydı. Ameliyatları kolaylaştıracak tıbbi araçlar- teknik olanaklar çok kısıtlıydı.

Sabuncuoğlu, cerrahi işlemlerinin çoğunu önce hayvanlar üzerinde denedi ve başarılı sonuçlar elde edince insanlara da cerrahi müdahalede bulunmaktan kaçınmadı.

Bazılarında kendi yaptığı 168 tıbbi alet kullandı. Ve bunların gelecek kuşaklara kalması için resim lerini kitaplarına çizdi. Ki o dönemde kitaplarda pek resim kullanılmazdı!

Bunlara ek olarak tedavilerinde müzik aletleri kullandı.

Müziğin psikolojik rahatsızlıklar üzerindeki tedavi edici etkisi bilinen bir yöntemdi. Ancak Osmanlılar, müzikle tedavinin en parlak dönemini bu yüzyılda yaşadı.

Bir gün Amasya’ya yolunuz düşerse bir müzeyi mutlaka ziyaret ediniz: Sabuncuoğlu Şerefettin’in hekim olarak görev yaptığı Bimarhane, 2011 yılında Amasya Belediyesi Kültür Müdürlüğü bünyesinde “Sabuncuoğlu Tıp ve Cerrahi Tarihi Müzesi” olarak ziyaretçilerine kapılarını açtı.

Buradaki tıbbi aletler yanında tedavilerde kullanılan müzik aletlerine de şaşıracaksınız...

Amasya Üniversitesi bünyesinde “Sabuncuoğlu Şerefettin Eğitim ve Araştırma Hastanesi” olduğunu da belirtelim...

Tarihi şahsiyetine sahip çıkan Amasya’yı tebrik etmek lazım...

“Neden Türkçe yazdım”


“Bu geçen ömür ve uzun süren istekler içerisinde, ilmiyle gördüğüm ve yaptığımla tecrübe ettiğim birçok acayip ve garip işleri bu kısaltılmış kitap içerisinde topladım. Şimdiki zamanın cerrahlarının çoğunluğu bu kitapta bahsedilen şeylerin çoğunu ne görmüşlerdir ne de duymuşlardır. Bu tip cerrahlar sadece bu dönemin revaçtaki kitaplarını incelemekte ve bunların içerisinde yazan şaibeli tedavileri uygulamaktadırlar ve bazen tecrübeleri olmadığı halde kendileri de hatalı şeyler ekleyip doğru yolu bulamamaktadırlar.

Bu kitabı Türkçe yazmamın nedeni şudur:

Bu devirde Rum kavimleri Türk dilini kullanmaktadırlar. Ayrıca bu dönemin cerrahlarının çoğu okuma yazma bilmemektedir ve okuma yazma bilseler bile hepsi Türkçe kitap okumaktadırlar. Böylece, bu kitabı Türkçe yazmakla bundan daha fazla kişi faydalanabilecektir ve bu sayede işin aslını öğrenip, birçok sorunlarını çözerek kendilerini hatadan ve beladan koruyabileceklerdir.

Sabuncuoğlu Şerefettin kitabında renkli minyatürler kullandı. Bu, tıp tarihinde bir ilk oldu. Kitap hakkında, hem tıp hem de resim tarihi açısından çalışma yapıldı.


Bu kitaba Cerrahiyyetü’l Haniyye adını verdim...”

Sabuncuoğlu Şerefettin’in bu en meşhur eserinin önemli özelliği, tıp tarihinde ilk defa cerrahi müdahaleleri gösteren minyatür tekniğinde yapılmış çeşitli resimler içermesi ve sade bir Türkçe ile kaleme alınmış olması...

Kitapta 138 resim ve 168 alet resmi var. Bu sebeple hakkında tıp tarihi, Türk dili ve resim sanatı açısından pek çok çalışma yapıldı. Eserin tıpkı basımı ve transkripsiyonu Prof. İlter Uzel tarafından geniş açıklama ve notlarla birlikte iki cilt halinde 1992 yılında yayımlandı.

Cerrahiyyetü’l Haniyye eserinin bilinen üç kopyasından ikisi İstanbul Fatih Millet Kütüphanesi’nde diğeri ise Fransa Milli Kütüphanesi’nde bulunuyor...

Denediği ilaçları Fatih’e sundu


Kabızlık-sindirim rahatsızlığı için ayaric macunu...

Mide hastalıkları için cevariş macunu...

Ağız kokusunu gidermek için ıtrıfîl macunu alınmalıydı.

Hafızayı güçlendirip, cinsel gücü artıran ve böbrek rahatsızlıklarına iyi gelen perverde, meyve-sebzelerin terbiye edilerek şifa niyetine kullanılmasıydı...

Sabuncuoğlu Şerefettin, “Zahire-i Harzemşahi” adlı “kafatası anatomisi” eserini yazan Zeyneddin bin İsmail-ül Cürcani’nin (1042-1137) kitabının “Akrabadin” bölümünü de çevirdi.

Bu bölümde; farmakolojik özellik taşıması sebebiyle, çeşitli ilaç tarifleri ve bu tariflerin hangi hastalıkların tedavisinde kullanılacağı hakkında açıklamalara yer veriliyordu. Sabuncuoğlu otuz bir olan bölüm sayısını ilâveler yaparak otuz üçe çıkardı.

Kitabı, (Kanuni ile Hürrem’in oğlu) Şehzade Bayezit’in ikinci Amasya valiliği sırasında onun isteği üzerine çevirdi...

Bir diğer eseri ise “Mücerrebnâme” idi...

Fatih Sultan Mehmet


Sabuncuoğlu 1468 yılında yazdığı eserin önsözünde, kitabı Amasya’daki hekim çevresinin isteği üzerine kaleme aldığını belirtti.

Bu kitap ilk defa Dr. Rusçuklu Hakkı (Üzel) tarafından 1920 yılında İkdam gazetesinde tanıtıldı. Eserde; hayvanlar, insanlar ve müellifin/yazarın yani kendisinin üzerinde denemiş olduğu ilâçların hazırlanışı ve kullanılışı ayrıntılı anlatıldı.

Süleymaniye Kütüphanesi’nde bulunan kitap, on yedi bölümden oluşup, Türk tıp tarihinde bir hekimin kendi buluşu ilâç ve tedavi metotlarını anlattığı ilk monografi olması bakımından önemlidir.

Sabuncuoğlu Şerefettin’in bir diğer özelliği İstanbul’a giderek deneylerini Fatih Sultan Mehmet’e sunarak takdirini kazanmasıydı...

Kıskançlık mıdır bilinmez; dönemin âlimlerinden Fatih’in Hocası Akşemsettin, kitaplarını Arapça değil Türkçe yazdığı için Sabuncuoğlu’nu eleştirip eserlerini dikkate almadı! Üstelik Akşemsettin de ilk tahsilini Amasya’da yapmasına rağmen destek yerine köstek oldu...

Ama Sabuncuoğlu Şerefettin bildiğinden şaşmadı; oluşturduğu Türkçe terimler 15’inci yüzyıl Türk tıbbi terminolojisinin doğmasına katkıda bulundu...