Oğlum dedi ki:

-“Baba sil.”

Silmedim. “İroni bu” dedim. Yanıldım.

Geçen hafta virüslerin-bakterilerin biyo-silah olarak kullanılmasını konu ettim. 25 virüs ailesinden verdiğim örneklerden biri de Ebola oldu:

-“Filoviridae (Filovirüs) ailesine bakalım. Bu ailenin 1976 doğumlu pek meşhur evladının adını duymuşsunuzdur: Ebola...

Tehlikeli, bulaşıcı virüsün kendi içinde bile beş çeşidi var. Sadece ‘Zaire Ebolavirus’ türlerine karşı aşıyı ABD buldu. Ki Ebola virüsünü ABD’nin biyo-silah olarak kullandığına dair yaygın görüş bulunuyor. İsmi bile oradan gelmiyor mu? ‘Experiments of Biological warfare Organised by Laboratories in America!’ Yani, Amerika laboratuvarları tarafından üretilen biyolojik savaş deneyleri! Ebola’nın ‘ağabeyi’ Marburg virüsün de biyo-silah olarak kullanıldığı iddia ediliyor. ‘İddia’ diyoruz çünkü bunları kullanmak -sözde- yasak!”

Fırtına koparıldı; Ebola’nın nehir isminden geldiğini bilmiyormuşum!

“Pek meşhur evladının adını duymuşsunuzdur” diye yazan, virüs kardeşinden, doğum yılından vs. filan bahseden ben nehir meselesini bilmiyor olabilir miyim?

Yahu... Ebola virüsü biyo-silah olarak ürettiğini iddia edenlerin yaptığı ironi bu! Baş harflerinde bile zorlama olduğu belli değil mi? Yoksa adı, “EBWOLA” olurdu.

Neyse, “bazıları takıntılı” deyip pek üzerinde durmadım.

Ancak...

BİLGİ TEKELİ


Yazının başlığı “Ağacı değil ormanı görmek” idi.

Geleceğin güvenlik kavramı, muharebeleri, silahları konusunda harbin değişen yüzüne hazırlık yapan Türkiye’nin yolunun FETÖ tarafından nasıl kesildiğini yazdım.

“Ormanı” görmeyip Ebola ismine/ “ağaca” takılanların sorunu salt bana takıntılı olmaları mı? Bazıları öyle! Ama derindeki asıl mesele başka:

Birinci değişim dalgası “tarım devrimi” ile oldu.

İkinci değişim dalgası “sanayi devrimi” ile oldu.

İçinde yaşadığımız üçüncü değişim dalgasına “dijital devrim” deniyor.

Peter F. Drucker, “Kapitalist Ötesi Toplum” kitabında üçüncü değişim dalgasıyla üretim aracının; (tarım toplumunun “toprağı”, sanayi toplumunun “sermayesi” değil) “bilgi” olduğunu yazdı.

Üretim biçimini belirleyen üretim araçları da değişmişti; artık “bilgisayar” üretimin temel aracıydı.

Bu sürecin toplumsal tanımı “bilgi toplumu” idi...

Bilgi, “meta” /ticari mal niteliğindeydi...

Bir yerde “ticaret” varsa, “bilgilendirmeyi” kimin yarattığı ve tükettiği; yani arzı ve talebi kimin oluşturduğu önem kazanır! Yani:

Küresel düzende bilgi ve bilgi araçları kimin tekelinde ise, “kral baba” odur: “Sen bizim babamızsın sen ne dersen o olur!”

Şuraya geleceğim:

FACEBOOK ENGELİ


Bir grup genç, “bilgileri doğrulama” amaçlı haber sitesi kurdu.

Barış Pehlivan’a “haber yapabiliriz” diye bir çalışmalarını gönderdim. “Kuşkulu bir yer” dedi. Para kaynakları yüzünden mi öyle dedi hatırlamıyorum. Sonra, siteyi unuttum...

“Kara Kutu” çıktıktan sonra “işte gerçek bilgiler” diye yayınlara başlamışlar. (BirGün, Aydınlık, Evrensel gibi yayın organları bu siteyi pek önemsiyor; Sol’un bu acıklı hali ne olacak?)

Prof. Alişan Yıldırım, “Claire-Anne Siegrist, WHO’ya yazdığı raporunda sizi doğruluyor” maili gönderince ne dediğini önce anlamadım. Ardından bir arkadaşım “Rockefeller Vakfı’nın açık kaynaklarındaki belgeyi biri ‘benden intihal etti’ demiş” deyince, yayınlardan haberdar oldum. Hâlâ açıp okumadım; fırsat bulursam okuyacağım...

Her kitap eleştiriye açıktır, her kitapta bilgi yanlışları olabilir. Mesele, ağacı değil ormanı görmektir...

Tartışma bilgi değil, fikir etrafında olur.

Engels, Marks’ı toprağa verirken mezarı başındaki konuşmasında onun nasıl hakaretlere uğradığını söyler. “Bilgi yanlışı var” diye Kapital değerini kaybeder mi? Hayır.

Aslolan, teoridir.

Aslolan, analitik düşüncedir.

Küresel dijital patronlar ellerindeki araçlarla, bilgi sorgucularını, teori inşa edicilerini yok edip, verileni sorgusuz-sualsiz kabul eden yeni insan-yeni toplum tipi hedefliyor. Örneğin...

Geçen hafta Odatv’den Fethi’ye, “Facebook paylaşımlarımız neden azaldı” diye sordum. “Engelliyorlar” dedi. Kim?

Bu “doğrulayıcı” site ile Facebook iş birliği yapıyor; COV 19 konusunda neyin “doğru” olduğuna karar verip, buna uymayanları engelliyorlar!

Yani... Bilgi araçları kimin tekelinde ise “doğru” onun dayattığı; diğerleri ise alay konusu komplo teorisi!

Birden... Hakkımdaki “aşı karşıtı” yalanının sebebini anladım. Ebola ismi üzerinden yıpratma faaliyetini kavradım.

Kapitalist tıbbı hedef alan “Kara Kutu” kitabına düşmanlıkları belli; tekellerine, düzenlerine çomak sokulsun istemiyorlar! Reklamını bile yayınlamadılar...

Odatv’ye sadece AKP kilit vurmadı; Facebook da ondan aşağı kalmıyor:

“Benim gibi düşüneceksin, yoksa engellerim!”


EN YARARLI İLAÇ: TARİH


Türkler Anadolu’da ilk resmi eczaneyi 1206 yılında Kayseri’de açtı: Gevher Nesibe Sultan Şifahanesi. Zamanla devamı geldi...

“Muhtesib” kimdir bilir misiniz; ilaçların ağırlığını, saflığını ve bozulup bozulmadığını denetleyen görevli...

Selçuklu gibi Osmanlı tıbbı da koruyucu hekimliğe dayanıyordu. Anlayış hastalanmamak üzerine kuruluydu. Öncelik, yiyecek-içeceklerin kişinin mizacına uygun olmasını sağlamaktı. Hastalara destek olarak sebze, meyve ve içecek “reçete” ediliyordu. Hekimbaşılarının tıbbi bitkilerini yetiştirdiği özel bahçeleri vardı.

Hekim bulunmayan Anadolu’da çayırdan bayırdan, dağlardan bitkileri toplayıp ilaç hazırlayan kadınlar vardı. Bildiğiniz “koca karı ilaçları” ki, hiç küçümsemeye kalkışmayın; Anadolu kadınının binlerce yıllık kadim bilgisiydi bunlar...

Şehirlerde vakıflar bu işle meşguldü. Örneğin... 15’inci yüzyıl Bursa Darüşşifası Vakfiyesi’nde ilaç hazırlama işleriyle ilgili “Saydalan”, “Uşşaban” olmak üzere iki unvan vardı. Hekimbaşı Salih b. Nasrullah, 17’nci yüzyılda yazdığı “Akrabadin” adlı ilaç kitabında, Osmanlı’da ilaç işiyle uğraşanlara “ispeçyar” adını verdi. Uzun yıllar bu isim kullanıldı. O yıllar Avrupa’da ilaçlar bakkallarda satılıyordu...

MISIR ÇARŞISI AKTARLARI

Bazıları hanım sultanlar tarafından kurulan darüşşifalar daha ziyade kimsesizlere, fakirlere ve yolculara bedava sağlık hizmeti veriyordu. Osmanlı’da basurdan müshile, öksürükten yanıklara ilaç işini, “aktar” denen esnaf grubu yürütürdü. Merkezleri, her türlü  bitkinin satıldığı İstanbul Mısır Çarşısı’ydı. Kokucular, aktarlar, baharatçılar ve kökçüler olarak sınıflandırılıyordu aktarlar.

Kâr hadleri devlet tarafından saptanıyordu; saptanan kâr miktarı diğer esnaftan yüksekti. Baharatçıların kâr haddi yüzde 16 iken, fırıncılarda saptanan kâr haddi yüzde 4 idi! Evliya Çelebi, 17’nci yüzyıl ortalarında İstanbul’da; 2 bin aktar olduğunu yazdı.

ECZANE DÜKKANLARI

Osmanlı’da bugünkü anlamda “eczacı dükkânları” 18. yüzyılın ortalarından itibaren açılmaya başlandı. İlk eczane, tahmini 1757’de İstanbul Bahçekapı’daki “İki Kapılı Eczâhâne” idi. 200 yıl hizmet verdi... O yıllarda... Hekimbaşı tarafından yapılan sınav sonucunda eczane açmak isteyenlere “Eczacı  Ustası Unvanı” veya “Eczacı  Dükkânı Açma İzinnâmesi” verildi. Eczane adedini sınırlayan hüküm yoktu. Bunun nedeni veba idi. Ancak... Beyoğlu semtinde 1831’de çıkan yangın sonunda “eczane sayısının 25 ile sınırlandırılmasını” içeren padişah fermanı çıkarıldı. Sonraki dönemde Askeri Tıbbiye Mektebi’nin eczacı sınıfında diplomalı eczacı yetiştirilse de bunlar sadece ordunun ihtiyacını karşıladı. Hekimbaşı Abdülhak Molla’nın önerisiyle 1835’te Maltepe Asker Hastanesi baş eczacısı Francesco Della-Sudda (Faik Paşa) yönetiminde, askeri hastanelerin ihtiyaçlarını karşılayacak malzemeler üretmek amacıyla, “Askeri Eczahane-i Amire” kuruldu. Ordunun ihtiyacı olan ilaç ve sargı malzemelerinin ilk üretimine Kırım Savaşı sürecinde Sarayburnu’ndaki Gülhane Askeri  Hastanesi’nde başlandı.



İLK ECZANE OKULU

Avusturya’dan davet edilen eczacı Antoine Hoffmann 1838’de İstanbul’a gelerek Galatasaray İçoğlanlar Sarayı’nda okul açtı. Öğrenim 3 yıldı. 13 öğrencisi vardı. Sayının az olmasının sebebi, eczacılar usta-çırak ilişkisiyle yetiştirilir anlayışının hâkim olmasıydı.

Osmanlı’da ilk eczacılık düzenlemesi 1852’de oldu.

Artık... Eczacı dışında kimse, hiçbir bahaneyle hap, merhem, toz ilaç, yakı vb. satmayacaktı. Dokuz yıl sonra 1861’de “Beledî İspençiyarlık San’atının İcrasına Dair Nizamname” eczacılığı bağımsız meslek olarak resmen kabul etti. Eczacı dükkânları diplomalı eczacılar tarafından açılabilecekti. Keza...

Tarih: 7 Mayıs 1885. “Ecza Ticareti Hakkında Nizamname” sanayi ve eczacılığa ait kimyevi ve tıbbi ecza satan aktar esnafını “ecza tüccarı” olarak tanımladı. 1890’larda İstanbul’da 260, Anadolu’da 100 kadar eczacı dükkânı vardı. Bu dönemde eczaneler, reçete kabul ve ilaç yapım bölümü/ laboratuvar olmak üzere iki kısımdan ibaretti. Eczacıların ilaç üretmeleri uzun yıllar devam etti...

TÜRK ECZACILAR

Osmanlı’da ilaç formüllerinin bulunduğu resmi ilaç kodeksi yoktu; Fransız kodeksi kullanılıyordu. Eczacılar François Dorvault’nun 1844’te yayınladığı pratik eczacılık rehberi “L’officine, Repertoire  General de Pharmacie Pratique” kitabından yararlanıyordu.

Türkçe tek eser ise bir çeviriydi: Mektebi Mülkiye Fenni İspençiyari Muallimi Dr. Binbaşı Hüseyin Sabri tarafından 1866’da çevrilen “Codex, Pharmacopee Francaise” adlı kitabın Türkçe tercümesiydi: “Düstûrü’l- Edviye”...

İlk ecza dergisi Fransızca idi; “Revue Médico Pharmaceutique.”

Osmanlı’da ilk eczacı örgütü 1879’da “Cemiyet-i Eczaciyan der Asitane Adliyye” adıyla kuruldu. Türkler mesleğe girip rekabet etmeyi öğreniyordu. 1888’de İstanbul’da iki Türk eczacısı vardı: Kumkapı’da Ali Kadri ile Cerrahpaşa Avrat Pazarı’nda Arif Kalfa...

İstanbul’da 1890 yılında 265 eczane vardı; sadece dördü Türk idi: Fatih’te Eşref İbrahim, Unkapanı’nda Hamdi Ahmet, Karagümrük’te Reşit Mehmet, Hasköy’de Sait Mustafa... 1908 (II. Meşrutiyet) Temmuz  Devrimi ile milli sermayeyi güçlendirmek amacıyla eczacılar Hamdi Ahmet, Ethem Pertev ve Beşir Kemal öncülüğünde, “Devlet-i Osmaniye Eczacıları Cemiyeti” kuruldu. Ardından...

Nail Halit (Tipi) 1911’de Türkçe “Eczacı Gazetesi” çıkardı.
Hava dönüyor muydu?
İttihatçıların Almanya’ya yaklaşma siyaseti ilaç sektörünü de etkiledi. 20’nci yüzyılın başından itibaren örneğin Alman Dr. Julius Wieting ülkesinden getirdiği (distile su cihazı, kompirme gibi) makinelerle Gülhane Tatbikat Hastanesi’nde ilaç üretimine başladı.

Sarayburnu’ndaki “Malzeme-i Sıhhiye-i Askeriye İmalathânesi”nde ordunun ihtiyacı olan tıbbi tabletler (aspirin, dower, kinin, opiata), enjeksiyon çözeltileri, aşılar  (tifo ve kolera), pansuman malzemeleri, sargılar üretildi. Bu tesislerde Eczacı Friedrich Huttner önderliğinde morfin ve asit borik preparatlarının yanı sıra yerli pamuk ve yerli gaz bezi kullanarak sargı bezi üretimi yapıldı.

Savaşta... Bugün dünyanın büyük ilaç şirketlerinden Boehringer& Soehne (Boehringer Ingelheim), Bayer AG, Meister Lucius (Hoechst), Caselle AG gibi Alman ilaç şirketleri Osmanlı pazarına hâkim oldu...

Ya sonra?

Hafta sonu karantinası sürerse bundan sonrasını gelecek hafta yazarım...

TARTIŞMALI SAKARİN OSMANLI’DA

ABD’de 1878’de tesadüfen keşfedilen suni tatlandırıcı sakarinin Osmanlı’ya gelişi ilginç oldu:

Sakarin 24 Mart 1896’da, “Saccharin” ve “Saccharosin” adlarıyla Osmanlı Ticaret ve Nafia Nezareti tarafından marka koruması altına alındı.
Alman Fahlberg List şirketinin vekili A. Stock tarafından tescil ettirilen bu yapay tatlandırıcı, hap şeklinde kutu, paket ve sandık içerisinde piyasaya sunuldu.

Fakat... Tıbbiye-i Mülkiye ve Sıhhiye-i  Umumiye Meclisi, sakarinin muhtemel zararları konusunda karar aldı. Sakarinin tıpta kullanımı uygun olabilirdi ama gıda ürünlerinde şeker yerine kullanımında sağlığa zarar verebilirdi. Tedbir alması için gümrük dairesi Rüsumat Emaneti’ne 23 Temmuz 1902’de başvurdu. 14 Şubat 1903’te Şura-yı Devlet-i Tanzimat Dairesi toplandı; bazı kısıtlamalar getirdi.

Başta Almanya olmak üzere bazı elçilikler hemen harekete geçti. “Ne demekti bu; Tanzimat ve yapılan ticari anlaşmalara ters bir durum nasıl kabul edilebilirdi?”

Tanzimat Dairesi devreye girdi...

Bu arada Almanya’daki dünyanın ilk tatlandırıcısı sakarinin üreticisi Fahlberg List şirketi İstanbul’a doktorlardan oluşan “bilimsel heyetlerin” sakarinin özellikle şeker hastaları için elzem olduğunu belirten raporlar gönderdi!

Sonuçta...

Osmanlı Dahiliye Nezareti 15 Eylül 1903’te sakarin hakkında kararını Osmanlı vilayetine gönderdi: “İthalatında yasaklama  ve kısıtlama yoktur!”

Ancak, reçeteyle satılacaktı! Yiyecek- içeceklerde ise sakarin; çay, kahve ve komposto gibi meşrubatlar için kullanılacaktı. Diğer yanda şunu dediler: Çocukların kullanmasına izin yok!

Gerek 1908 Cenevre ve gerekse 1909 Paris’te başta sakarin olmak üzere, (sakız yapımında) Xylitol, (peynir yapımında) Dulcin gibi suni tatlandırıcıların yiyecek ve içeceklerde kullanımının yasaklanması için yapılan toplantılara Osmanlı’dan kimse katılmadı! Fransa gibi ülkeler yapay tatlandırıcı ithalatının şeker sanayilerini sekteye uğratacağını ifade edip karşı çıktı. Osmanlı, sakarine yöneltilen eleştirileri ciddiye almadı.

Yıllar sonra... Başta idrar kesesinde olmak üzere olası kanser yapıcı etkisinden dolayı 1977 yılından itibaren kimi ülkelerde sakarinin yasaklanmasına daha uzun yıllar vardı...

İLK FEMİNİSTTEN İLK AŞI KAMPANYASI

MARY Wortley Montagu (16891762)...

Soylu İngiliz bir ailenin kızıydı. Çocukluk yıllarında şiir yazmaya başladı. Latince öğrendi. Kendisinden 11 yaş büyük politikacı Edward  Wortley Montagu’ya âşık oldu. Babasının onayını almadan evlendi. Bazı görüşlerinden dolayı feminizmin ilk savunucularından biri olarak kabul edildi. 1716 yılında Osmanlı elçisi olan eşi ve çocuklarıyla İstanbul’a geldi. Çocukluğunda “çiçek hastalığı” geçirmişti. Ülkesinde henüz bilinmeyen çiçek aşısının İstanbul’da yaygın bir şekilde kullanıldığını hayretle gördü ve hemen iki çocuğunu İstanbul’da aşılattı. Londra’ya döndükten sonra bizzat kendisi çiçek aşısını İngilizlere tanıttı.

“Kraliyet Deneyi” adı altında idam mahkûmu altı kişiye aşı yapıldı. Sonuç, olumluydu! İngilizler aşıyı uygulamaya başladı.

Doğu’ya önyargılı Fransa 1776’da çiçek aşısını yasakladı. Hatasını binlerce kayıp verdikten sonra anladı...