Sokağa çıkma yasağı başlamadan önce, biraz soluklanabilmek için 40 gündür karantinada olduğum evden, içimi ısıtan pırıltılı güneşin çağrısıyla çıkıp, ıssız kumsalda derin nefesler alarak yürüdüm. Yapayalnız halk plajında yine kimsecikler yoktu. Sert poyrazın homurtularla kıyıya getirdiği dalgalar, durmaksızın kumsalı dövüyordu. Yükseklerden sürü sürü göçmen kuşlar geçiyordu.

Rengarenk kır çiçeklerin gelinlik kızlar gibi süslediği doğa, bereketli günlerin gelmekte olduğunu müjdeliyor ve beni o kıyıdan alıp, yıllar öncesine, gençliğimin en güzel dönemlerinin geçtiği “Küçük Paris” Samatya’nın sahillerine götürüyordu.

★★★

Bereket habercisi bugünlerde, Marmara’daki, Hayırsız ve İmralı adaları arasında kalan alanda zıpkınla kılıç avlamaya çıkacak balıkçılar son hazırlıklarını yaparlar ve en küçüğü 40-50 kilo gelen balıkları yakalayabilmek için zıpkınları temizleyip, ip ve halatları yenilerlerdi.

Teknelerin yosun kaplamış boyaları kazınır, sonra özenle macunlanır, kuruyunca da yeniden boyanarak hazır hale getirilirdi. Kılıç avcıları ayrıca sandalların burnuna bir direk ilave ederler, su üstüne çıkarak uyuyan avlarına sessizce yaklaşmalarını sağlayacak yelkenleri de elden geçirirlerdi.

Baharın ilkyazla buluştuğu, denizin sanki tül perdeyle örtülmüş gibi dümdüz bir görünüm aldığı günler geldiğinde de yelkenler basılır, tekneler peş peşe puslar içinde kaybolan ufka doğru açılırlardı.

★★★

İşte Hafız’ı, o şenlikli günlerin birinde Samatya Deniz Spor Kulübü’nün yazlık bahçesinde tanıdık.

Adını kimse bilmiyordu. Nereden geldiğini ve niçin “Hafız” denildiğini de...

Saçı sakalı birbirine karışmış, 60-65 yaşlarında zayıf, ama çocuksu, sevimli yüzlü biriydi. Evsizdi. Yelkenleri rengarenk bezlerle yamanmış harap bir teknede, kendisi gibi evsiz olan ve hiç konuşmayan bir kadınla yaşardı. Barınaktaki balıkçılar teknesini sevabına boyarlar, yelkenlerini tamir ederlerdi.

Ama o hiç ava çıkmaz, arada bir keyfe geldiğinde, yanık sesiyle denize doğru türküler söylerdi. Belki de “Hafız” denilmesinin nedeni o yanık sesiydi...

★★★

Herkese, hatta yoldan gelip geçenlere bile, dev bir kılıç vurduğunu, ama tam tekneye çıkarmak üzereyken zıpkını ve ipleri kopararak kaçtığını anlatırdı. Rivayete göre olaydan çok etkilenmiş ve bir süre Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde tedavi görmüştü. Taburcu olup semte döndükten sonra da adı “Deli Hafız”a çıkmıştı!..

Ama çok onurlu biriydi. Kimseden yardım istemez, para vermeye çalışanları terslerdi. Para almamakta direnen esnafa ve müşterilerin göremeyeceği bir köşede zorla yemek yediren lokantacılara “Bedava değil ha... Bu sene öyle bir kılıç yakalayacağım ki, size olan tüm borçlarımı ödeyeceğim. Hatta geriye param bile kalacak” derdi.

★★★

Hiç unutmuyorum, fırtınayı andıran sert poyrazın dev dalgalarla koca Marmara’yı beyaza boyadığı bir ilkyaz günü, hiç konuşmayan sevgilisiyle el ele, kulübün bahçesine geldi.

Bahçenin ortasındaki bir sandalyenin üstüne çıkarak “Biliyorum bana inanmıyorsunuz... Hatta arkamdan ‘Hafız delidir, ne söylese yeridir’ diyerek dalga geçiyorsunuz ama sözümü tutacağım, dev kılıç balığını getirip burada sergiledikten sonra herkese olan borcumu kapatacağım” diye bağırmaya başladı.

Çay içip sohbet edenlerin “Aman Hafız yapma etme, bu havada denize sakın çıkma, kimse hakkında böyle konuşmadığı gibi herkes çok seviyor. Ayrıca hiçbirimizin senden tek kuruş alacağı yok...” demelerine aldırmayıp, doğru kıyıya koştu.

Akşama doğru, balıkçıların engelleme çabalarına karşın, ufka yelken açtığı haberi geldi...

★★★

Hafız ve sevgilisi ertesi gün dönmediler.

Sonraki gün de...

Hiç dönmediler!..

Haftalar sonra duyduk ki; biri kadın diğeri erkek iki ceset, karşı sahilde, Kapıdağı yakınlarında karaya vurmuş!..

★★★

Bilgenin dediği gibi “Bir insanın yaşayıp yaşamadığını anlamak için nabzına değil, onuruna bakın. Duruyorsa yaşıyordur!..”

Onurunu her şeyin üzerinde tutan bizim Deli Hafız da ölmedi, anılarımızda yaşıyor!