Torba dolusu et parçalarını alıp, ıssız Ege kıyısındaki yapayalnız plajın yolunu tutuyorum.

Ufuk çizgisinden başlayarak yükselen, yükseldikçe köpüren dalgalar, durmaksızın sahile yosun, kum ve naylon torba yığıyor.

Yiyecek bulamadıkları için giderek “kara kuşu” olmaya başlayan denizlerin simgesi martılar, el ayak çekildikten sonra döndükleri mavi vatanlarında, çığlık çığlığa kıyıya yaklaşan balık sürülerini kovalıyor.

Sert rüzgarın ötelere sürüklediği bulutların ardında yükselen güneş, içimi ısıtmakla kalmıyor, Koronavirüsle savaşımızda en büyük ihtiyacımız olan umut ışıklarını saçıyor.

★★★

Derken onlar geliyor...

Koşarak, sıçrayarak, birbirinin üstünden atlayarak toplanıyorlar...

Aman Allah’ım ne çoklar!..

Yazlıkçıların bırakıp gittiği ne kadar kedi ve köpek varsa, açlığın yarattığı barışın ve dayanışma duygusunun etkisiyle yan yana oturarak aracın çevresinde diziliyorlar.

Sanki bu konuda eğitim almış gibiler. İçimden “Neredeyse sosyal mesafe bile bırakacaklar” diye geçiriyorum!..

Geçen gelişimde onlarla sandviçlerimi paylaşmış ama bu kez hazırlık yapmıştım.

Yiyeceklerini vermek için arabadan indiğimde, yıllar öncesinde yaşanmış olmasına karşın hiç unutamadığım o gecenin görüntüleri, adeta bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçmeye başlıyor...

★★★

Eski, güzel İstanbul’da bir gece...

Şimdi ucube beton yığınlarının yükseldiği güzelim kumsalda Ataköy Plajı var.

Plajın gazinosunu da o yıllarda taverna müziği denildiğinde akla ilk gelen isimlerden biri olan Gaskonyalı Ancelo işletiyor.

Ancelo bir ara kulağıma eğilip  “Uğur Bey, size müthiş bir şey göstereceğim, lütfen 15 dakika için benimle gelir misiniz” diyor.

Çıkıyoruz. Elindeki torbayı özel aracının bagajına koyup, direksiyonu Ataköy’ün içlerine doğru kıvırıyor.

Karanlık bir sokakta durduktan sonra “Şimdi ben iniyorum. Siz direksiyona geçiyor ve 100 metre kadar ilerliyorsunuz. Bakalım ne göreceksiniz” diyor.

Dediğini yapıyor, hatta 100 değil, 200 metre kadar gidiyorum ama hiçbir olağandışı görüntüyle karşılaşmadığım için geriye dönüyorum.

★★★

Bu kez aracı o kullanmaya başlıyor.

Çok değil, 50 metre kadar gittikten sonra sağdan, soldan, önümüzden, her yerden
birer kedi fırlayıp arabayı kuşatıyorlar.

Ancelo bagajdan ciğer ve et parçalarıyla dolu torbayı alarak hepsini tek tek elleriyle besliyor.

Meğer her akşam onlara yiyecek getirirmiş.

Dönüşte bakıyorum, gözlerinden yaşlar süzülüyor...

★★★

Kimseciklerin olmadığı plajda terk edilmiş hayvanları beslerken, o geceye benzer, çocuksu bir mutluluk yaşıyorum.

Benimkiler de tıpkı Ancelo’nun kedileri gibi, birbirlerinin haklarına saygı göstererek, hırıltı bile çıkarmaksızın paylarına düşeni yiyorlar.

İşte o anda cevabını veremediğim bir soru yüreğimi yakıyor:

“Gelemediğim zamanlarda onları kim besleyecek?..”

★★★

Dönerken gözümün önünden gitmiyorlar.

Ah keşke imkanım olsa da bütün terk edilmiş ve unutulmuş hayvanları sahiplenip besleyebilsem.

Dünyanın kıt nimetlerini arsızca yağmalayanlara, bu hayvancıklara bakıp utanmaları gerektiğini bir anlatabilsem...

 


Efsane...


Beşinci mevsim eylülü yaşıyor, yaza veda etmeye hazırlanıyorduk...

Çanakkale’deki Özgürlük Parkı’nda, binlerce konuğun coşkulu katılımıyla yaptığımız televizyon programı sonrası, İzmir’e dönüyorduk. Ayvalık’a yaklaşırken, programın yayın koordinatörü Atilla Köprülüoğlu dostuma “Cunda’ya, sevgili Bekir Coşkun’a uğramadan buradan geçmek olmaz” dedim.

Ve hemen direksiyonu Cunda’ya kırdık...

★★★

İlk kez geldiğim Cunda’daki yazlığın önünden palmiyeli bir yol geçiyor, ardında büyüleyici güzellikte masmavi bir koy uzanıyordu. Son tatilciler kumsaldaki şezlonglarda güneşleniyorlardı. Eylül denizi mis gibi kokuyordu. Andree ve Bekir’i beklediğimiz verandada derin nefesler alarak limonata tadındaki akşamüstünün keyfini çıkarıyorduk.

O anda bir ruh hekimi arkadaşımın uykuya dalmakta zorluk çeken hastalarına söylediklerini hatırladım.

Gözlerinizi kapayıp, denize uzanan bir yaz bahçesinde olduğunuzu hayal edeceksiniz. Hafiften rüzgar esecek ve siz, bir yaprak gibi hamakta sallanırken, uzaklarda bir yerde sevdiğiniz şarkılar çalacak. Hem müziğe, hem de esintiyle oluşan dalgaların kumsala sürtünürken çıkardığı hışırtıya kulak vereceksiniz. Dalgalar gelecek, dalgalar gidecek... O ses hep devam edecek... Ve hiç fark etmeden uykuya dalıvereceksiniz...”

★★★

Tam dalmak üzereydim ki köpekleri Postal sevinçle havladı. Meğer koşarak gelen Andree’yi görmüş. Komşularından biriyle kıyıda sohbet ediyorlarmış. Habersiz ziyaretimiz nedeniyle özür diledikten sonra Bekir’i sorduk.

“Akşam çok ağrısı vardı. Gözlerini kırpmadan sabahladı! Şimdi uyuyor. Hemen kaldırayım” dedi.

Uyandırmamasını, amacımızın sadece sağlığıyla ilgili gelişmeleri sormak ve ona en güzel dileklerimizi iletmek olduğunu söyleyip izin istedik.

Ama melek kalpli Andree, davetsiz konuklarını bırakmaya niyetli değildi.

“Siz lütfen biraz oturun ben hemen geliyorum” diyerek içeri girdi...
★★★
Kaşla göz arasında demli çayımız, kahvemiz, lezzetini hiçbir zaman unutmayacağım enfes börek ve keklerimiz hazırdı.

Çaylarımızı yudumlayıp yazılarını ne kadar özlediğimizi konuşurken Bekir geldi.

Hasretle kucaklaşıp öpüştük...

Hiç kilo vermediği gibi, hasta dedirtecek bir görünümü de yoktu.

O da bazı gecelerin çok ağrılı geçtiğini ve hiç bitmeyecekmiş gibi geldiğini anlatıyordu.

★★★
Bize güzel haberleri de vardı:

Türkiye’nin en değerli hekimleri, Amerika’daki son tedavi yöntemlerini uygulayacaklar, akciğerindeki küçük ama ağrısı büyük tümörü en kısa sürede yok etmek için, ne gerekiyorsa yapacaklardı.

★★★

Andree’nin eşsiz konukseverliği ve Bekir’in şakalarıyla dolu doyumsuz sohbetimizin biteceği yoktu. Güneş, Cunda’nın arkalarına doğru devrilirken, yolumuzun uzun olduğunu belirterek izin istedik...

★★★

Doktorları, gerek Bekir’in azmi, gerekse onu çok seven dostları ve değerli okurlarının desteğiyle bu hastalığı yeneceğine inanıyorlardı. Nitekim tedaviyle tümör küçüldü, küçüldü ve belli belirsiz bir görünüm aldı.

Böylece o hiç bitmeyecekmiş gibi gelen uzun, upuzun, acı dolu, uykusuz geceler sona erdi ve Bekir kendine özgü, kısa, çarpıcı ve ironi dolu muhteşem yazılarına yeniden başladı.

★★★

Doktorları geçenlerde son kemotorapiyi de yaptılar. Ağrıları çoktan kesildi ama biraz halsizliği var. Ayrıca bağışıklık sistemi ağır biçimde baskılandığından, koronavirüs sürecinde çok dikkatli olması, istirahat etmesi gerekiyor.

Dün uzun uzun konuştuk. Yazmayı ve okurlarının destek dolu içtenlikli mesajlarına cevap vermeyi çok özlediğini söyledi. Sizlere gönül dolusu teşekkürlerini, sevgi ve saygılarını iletmemi istedi.

Hiç merak etmeyin, efsane bu kez daha sağlıklı dönecek...

Onu ve yazılarını öylesine seviyorum ki her zaman, “Allah, benim ömrümden alıp sevgili Bekir’e versin” diyorum!..