Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 26. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’dan, Atatürk’ün düşünce yapısıyla ilgili çarpıcı yorumlar...


Sevgili okurlarım,

Tüm ömrü mücadele ile geçen Büyük Önderimiz Atatürk’ün sağlık sorunları, 1937 yılından itibaren giderek artmaya başlamıştı. Ancak Atatürk, ciddi sağlık sorunları ile boğuşurken bile, hayatı pahasına ülke sorunlarına öncelik vermeye devam etmişti. Hatay konusunun çözüme ulaştırılması da bu süreçte olmuştu.

Bugün Atatürk’ün aramızdan ayrılışının 82. yılı.

Türk Milleti’nin ona karşı duyduğu sevgi, saygı ve minnet, her geçen gün artarak büyümeye devam ediyor.

Atatürk gerçekleştirdiği mucizeyi, “Türk Devrimi” olarak isimlendirmişti. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 26. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ile 10 Kasım nedeniyle yaptığımız söyleşiye “Sizce Türk Devrimi’nin temel taşı nedir” sorusuyla başlıyorum.

İlker Başbuğ


ATATÜRK’E GÖRE HAYAT MÜCADELE DEMEKTİR

İLKER BAŞBUĞ (İ.B.): Atatürk’ün ilk önce hayata, yaşama bakışını iyi anlamalıyız. O, hayatı bir mücadele olarak görüyordu. “Hayat demek, mücadele demektir. Hayatta başarı kazanmak, mutlaka mücadelede başarı kazanmaya bağlıdır” sözleri zaten onun yaşama bakışını net olarak ortaya koyuyor.

Atatürk’ün gerçekleştirdiği “Türk Devrimi”nin temel taşını, daha doğrusu “Devrim” ile ulaşmak istediği hedefi; 28 Aralık 1919 günü Ankara’da, şehrin ileri gelenleriyle yaptığı konuşmada ortaya koyduğunu düşünüyorum. Atatürk’ün o gün söylediği şu cümleler çok önemli:

“... Fertler fikir sahibi olmadıkça, haklarını idrak etmiş bulunmadıkça, kitleler (toplum) istenilen istikamete, herkes tarafından iyi fena istikametlere sevk olunabilirler. Kendini kurtarabilmek için her ferdin geleceği ile bizzat ilgili olması lazımdır.”

UĞUR DÜNDAR (U.D.): Çok önemli bir noktaya değiniyorsunuz. Atatürk’ün bu sözlerinden şunu anlıyoruz: Bireyler kendi geleceğine hakim olmalı, geleceği ile ilgili olmalı. Bir noktada, “Türk Devrimi” bireyi merkeze alıyor. Burada haklı olarak şu soruları da kendimize sormalıyız: Biz bu gerçeği ne kadar doğru anladık? Ne kadar doğru anlatabildik? Bu konuda ne yaptık? Bireyler kendi geleceklerine nasıl hakim olabilirler?

TOPLUMUN GELECEĞİNDE SÖZ SAHİBİ OLMALILAR

(İ.B.): Türk toplumunun, “Türk Devrimi”nin temel taşını, yani felsefesini pek anladığını düşünmüyorum. İlk önce şu anlaşılmalı; bireyin kendi geleceği ile kastedilen, bireyin içinde yaşadığı toplumun geleceğidir. Birey toplumun geleceğinde söz sahibi olmalıdır.

Atatürk bunu 1919’da söylüyor. Biz, 2020’de onun söylediğini anlamakta zorlanıyoruz.

Asıl soru ise şu: Birey toplumun ve dolayısıyla kendisinin geleceğinde nasıl etkili olabilir? Atatürk bu sorunun da cevabını veriyor.

Birincisi, fertler yani bireyler, “fikir sahibi” olacak.

İkincisi; fertler, anayasa ve yasalar ile kendilerine tanınan hakların bilincinde olacaklar ve yasalar ile kendilerine verilen hakları hem arayacaklar hem de korumaya çalışacaklar.

(U.D.): Çok ilginç bir noktaya geldik. Bireyler nasıl “fikir sahibi” olabilirler?

AKLA VE BİLİME DAYANAN EĞİTİMİN BÜYÜK ÖNEMİ

(İ.B.): Uğur Mumcu’nun meşhur sözünü hatırlayalım: “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanlar.” Bir konuda fikir sahibi olmak, bir şeyler söyleyebilmek için ilk önce o konuda bilgi sahibi olmanız lazım.

Fertler nasıl bilgi sahibi olurlar? Elbette bunun asıl yolu, eğitim ve öğretimdir. Akıl ve bilime dayanan bir eğitim ve öğretim. Akla ve bilime dayanan eğitim sistemi, “düşünen” ve “sorgulayan” bireyler yetiştirir. Asıl soru da budur, düşünen ve sorgulayan bireyler mi istiyorsunuz, yoksa kendisine öğretilene, söylenene kayıtsız şartsız itaat eden bireyler mi?

Ancak, okullarda alınan eğitim tek başına yeterli değil. Okul sonrası da bireylerin kitap okuyarak, araştırarak bilgiye ulaşmaya çalışması lazım.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında köylerde, “Köy Enstitüleri”nin kasaba ve şehirlerde “Halk Evleri”nin açılmasının amacı da bireylerin bilgi sahibi olmalarını sağlamaktı.

Eğer, siz bilgi ve dolayısıyla fikir sahibi değilseniz, yine Atatürk’ün dediği gibi; bireyler, dolayısıyla toplum, bazıları tarafından iyi veya fena istikametlere kolaylıkla yönlendirilebilir.

Zaten bazı siyasetçilerin, eğitim seviyesi yüksek bireyleri istememesinin nedeni de bu. Çünkü bu kişileri yönetmek kolay değil!

(U.D.): Bireylerin, fertlerin, anayasal ve yasal haklarının ne olduğunu bilmeleri ve onlara sahip çıkmaları da eğitim ve öğretim ile ilgili değil mi? Bu konuda ne söylersiniz?

(İ.B.): Elbette eğitim-öğretim önemli, ancak yeterli değil. Atatürk’ün 28 Aralık 1919 günü yaptığı konuşmada bunun da cevabı var. Bakınız ne demiş:

“Teşkilatlanma. Teşkilatlanmaya köyden ve mahalleden, mahalle halkından yani fertten başlayacağız...”

Burada toplumsal yapılanmanın önemine dikkat çekilmektedir. Çünkü bireyler, tek başına başarılı olamaz. Bireylerin, bir araya gelmesi lazım.

Bir de bireyler için, çeşitli nedenlerle “aidiyet” duygusunun çok önemli olduğunu da unutmamalıyız.

(U.D.): Toplumsal yapılanma gerçekten önemli. Bugünün sorunlarını ve ihtiyaçlarını da dikkate alırsak, çözümü nerede görüyorsunuz?

EĞER STK’LAR ZAYIF OLURSA YERLERİNİ TARİKATLAR ALIR!

(İ.B.): Şimdi ortada Osmanlı’dan başlayıp bugünlere gelen bir eksikliğimiz var. O da Avrupa’da “sivil toplum örgütlenmeleri” öne çıkarken, Türkiye’nin bu konuda çok geride kalmış olmasıdır. 1960-1970 arasında bu konuda biraz hareketlenme var, ancak maalesef yaşanan askeri darbeler, askeri müdahaleler o yapılanmaları adeta ortadan kaldırıyor.

Günümüzde, yönetişim işlevleri “kamu kesimi”, “özel sektör” ve “üçüncü sektör” olarak üçe ayrılıyor.

Sivil toplum kuruluşları bugün “üçüncü sektör” olarak demokratik yaşamda çok önemli rol oynuyorlar.

Sivil toplum kuruluşları olmayınca veya zayıf olunca da onların yerini tarikat ve cemaatler dolduruyor. Bu da bir gerçek.

(U.D.): Sivil toplum kuruluşlarının (STK) önemini biraz daha açar mısınız?

(İ.B.): Sivil toplum kuruluşları en geniş tanımıyla, bir devlete ya da kâr amacı güden şirkete ait olmayan, onların çıkarlarını temsil etmeyen kuruluşlardır. Bu kuruluşlar, ulusal olduğu gibi uluslar üstü yapıda da olabilirler.

I. Dünya Savaşı’ndan önce 176 uluslararası sivil toplum kuruluşu vardı. Bugün bu sayı 38 bin civarında.

STK’lar, geniş “toplumsal çıkarları” temsil eden, kâr amacı gütmeyen yapılanmalar. STK’lar anayasa ve yasalar içinde kalarak aslında, hükümetlere ve işverenlere baskı unsuru olarak görevlerini yapmaktadır. Bunun yanında STK’lar medyanın ve hükümetlerin dikkatini tercih ettikleri meselelere çekmeyi de yerine getirebilir.

Ulusal STK’ların uluslararası STK’lar ile iş birliği yapmalarıyla çok daha etkili olabileceği de unutulmamalıdır.

ÇÖZÜM ETKİN DEMOKRATİK STK’LARIN OLUŞMASIDIR

Avrupa’da demokrasinin gelişmesinde başlangıçta burjuvazi önemli rol oynamıştı. Şimdi ise ulusal ve uluslararası STK’ların önemli rol oynadığı görülmektedir. Ama tarihsel olarak Türkiye’de milli burjuvazi bir türlü oluşamadı. STK’ların da etkili olduğu pek söylenemez.

Dolayısıyla, çözüm aslında “milli burjuvazi” sınıfının ve etkin demokratik STK’ların oluşumunda yatmaktadır.

(U.D.): Bireylerin içinde yaşadığı toplumun geleceğinde söz sahibi olmasında STK’ların çok önemli olduğunu söylüyorsunuz. Bugün topluma baktığımız zaman insanların STK’lar içinde yer almaktan ziyade, “sosyal medya” faaliyetlerine öncelik verdiğini görüyoruz. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?

DEMOKRASİ İSTENİLEN NOKTAYA ULAŞAMADI

(İ.B.): Bireylerin önünde çok alternatif var. Bunlardan birisi de bireylerin siyasi partilerde yer alması. Siyasi partiler demokrasinin vazgeçilmez unsuru. Siyasi partilerde yer alma, yalnız belirli makamlara seçilme olarak anlaşılmamalı. İstediğiniz bir partide “üye olarak” da bir şeyler yapabilirsiniz.

Benim üzerinde durmak istediğim nokta şu: Osmanlı’dan beri siyasi partiler var. Bireylerin siyasi partilerde öncelikle “parti üyesi” olarak yer alması ülkemizde ne kadar yaygın? Yaygın olduğunu kabul edelim, “parti üyesi” olarak, sıkı parti disiplininin olduğu şartlarda birey ne kadar etkili olabilir?

Ayrıca, siyasi partilerin varlığına rağmen, Türkiye’de demokrasinin istenilen noktalara ulaşamadığı da bir gerçek. Özellikle, demokrasisi gelişmiş ülkelere bakılınca, bu gelişmelerde STK’ların önemli rol oynadığını görüyoruz.

Diğer bir alternatif de “sosyal medya”...

İletişimin inanılmaz noktalara gelmesi, toplumun “görsel” ve “yazılı” medyayı “güvenilmez” olarak görmesi, sosyal medyayı öne çıkardı. Elbette sosyal medya da çok önemli. Bireyler açısından sosyal medyaya bakarsak; sosyal medya fikirlerin yani görüşlerin iletişiminde önemli. Ancak sosyal medya aracılığıyla, hükümetler veya işverenler üzerinde ne kadar baskı unsuru olunabilir? Bu nedenle, sosyal medyanın, STK’ların etkinliğini yakalayabileceğini söylemek zor. Bu arada STK’ların sosyal medyayı çok iyi kullandığını da belirtmeliyiz. Günümüzde toplumun geleceğinde rol almak, etkili olmak isteyenler, yalnız sosyal medya faaliyetleri ile yetinmemeli, ya siyasi partilerde veya STK’larda çalışmayı tercih etmeliler.



ATATÜRK’Ü GENÇLERİMİZE ANLATMAK BORCUMUZDUR

(U.D.): Atatürk’ün karakterini bize güzel ve net olarak anlatacak, biraz da medya ile de ilişkili bir olay biliyor musunuz? İsterseniz söyleşiyi bununla tamamlayalım.

(İ.B.): Mustafa Kemal’in İttihatçılar arasında en yakın olduğu kişi Cemal Paşa’ydı. Atatürk Cemal Paşa ile aralarında geçen bir konuşmayı şöyle nakletmişti:

“Cemal Bey, Selanik gazetelerinden birine imzasız bir başmakale yazmış. Bir gün tramvaya binmiş Olimpos’a gidiyorduk. Cemal Bey elindeki gazeteyi uzatarak, ‘Bu makaleyi okudunuz mu?’ diye sordu. ‘Hayır’, dedim. ‘Oku’, dedi. Okudum. ‘Nasıl’, diye sordu. ‘Sıradan bir gazetenin, sıradan bir yazısı’, dedim. ‘Amma yaptın ha, bunu ben yazdım’, dedi.

Cevap verdim:

Affedersiniz, bilmiyordum. Yazmamış olmanızı dilerdim. Cemal Bey, şu veya bu biçimde siz birtakım kuş beyinli kimselere kendinizi beğendirmek hevesine düşmeyiniz. Bunun hiçbir değeri ve önemi yoktur. Siz içinde bulunduğunuz durumu değerlendiriniz.

Büyüklük odur ki hiç kimseye iltifat etmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksın, ülke için gerçek ülkü neyse onu görecek, o hedefe yürüyeceksin. Herkes senin karşında bulunacaktır. Herkes seni yolundan çevirmeye çalışacaktır. İşte sen buna dayanacaksın. Önüne sonsuz engeller yığacaklardır. Kendini büyük değil, küçük, zayıf ve araçsız bir hiç gibi düşünerek, kimseden yardım gelmeyeceğine inanmış olarak bu engelleri aşacaksın. Ondan sonra da sana büyüksün derlerse, bunu diyenlere de güleceksin.

Cemal Bey, sözlerimi dinledi ve bana hak verdi.”

Atatürk’ün bu değerlendirmesi onun eşi bulunmaz karakter yapısını ve liderlik niteliklerini açık olarak ortaya koyuyor. 20. yüzyılın başlarında yaptığı bu konuşma, her satırıyla, her noktasıyla bugün 21. yüzyılın başlarında bile geçerliliğini koruyor. Bu nedenle, Mustafa Kemal Atatürk hâlâ yaşıyor. Elbette, onun düşünceleri, değerlendirmeleri bizlere bugün bile yol göstermeye devam ediyor.

Hepimize düşen bir görev var. O da, Mustafa Kemal Atatürk’ün özellikle “düşünce yapısını” belirli kalıplar içine ve sloganlara hapsetmeden genç nesillere anlatmaktır. Bu, bizim Atatürk’e olan borcumuzdur.

Atatürk elbette, büyük bir asker, başarılı bir komutandır.

Atatürk elbette, bir devlet kurucusudur.

Atatürk elbette, yüksek niteliklere sahip bir devlet adamıdır.

Atatürk elbette, düşünceyi eyleme bağlayan bir liderdir.

Ancak, Atatürk her şeyden önce devrimcidir.

Dr. Reşit Galip’e söylediği şu sözler onun devrimciliğini ortaya koymaktadır. Devrimci olduğu için de ölümsüzdür:

“... Zaman süratle dönüyor, milletlerin, cemiyetlerin, fertlerin saadet ve bedbahtlık anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler olduğunu iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur...”

(U.D.): Bence çok değişik ve anlamlı bir söyleşiyle Atatürk’ü bir defa daha andık, anlatmaya çalıştık. Bizler ne yaparsak yapalım, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e olan borcumuzu ödeyemeyiz. Bu nedenle “O”nun aziz hatırası önünde bir kez daha sevgi, saygı ve minnetle eğiliyorum.