Dünyaya geliş gibi bu dünyadan ayrılıp öbür dünyaya göçüş de yaşam doğallığının en belirgin, en somut durumlarıdır. İnsanlığın süregenliği, ölümlerin yerini doğumların almasıyla gerçekleşir. Bu nedenle yitirdiklerimize ne kadar üzülürsek üzülelim bizim de karşılaşacağımızın, sonucumuzun bu olduğunu göz ardı etmememiz, unutmamamız gerekir.

Ben de 78 yıldır tanıdığım, 68 yıldır evli olduğum eşimi yitirdim. O yaşasaydı belki beni yitirecekti. Doğa olaylarını koşula ve zamana bağlamak her zaman uygun olmuyor. Uzun yaşamak kimileri için mutluluk, kimileri için bir tür cezadır. Sevip saydıklarının çoğunun yaşamdan ayrılışlarının acısını çeker. Şarkılar, türküler, oyunlar, şenlikler, düğünler, eğlenceler yaşam tadıdır. Bizi bırakıp giden sevip saydıklarımızın yerini tutmak, acılarını dindirmek çok güçtür. Yaraların en onulmazı, en acı duyuranı da yürek yarasıdır. Sürekli kanar. Sevgiden, birliktelikten ve dayanışmadan başka ilâcı yoktur. Hattâ hiçbir ilâç bu yarayı iyileştiremez.

Gülmesini unutan yüzümüz buruşuklar, alnımız çizgilerle dolu. Yaşamı renklendiren, mutluluk duyuran destekler de, güçler de giderek azalıyor. Bizi bırakıp gidenlerin kendileriyle olan bağlarımıza, yakınlıklarımıza aykırı katlanılmaz, dayanılmaz boşlukları yaşam karanlığımızdır. Acıyla karılan anılar, yaşam gücünü kırıyor. Işıklar sönük, bulutlar kara, sesler ağlamaklı geliyor. Kimi dost, arkadaş, meslektaş, akraba ve tanıdıkların arayıp sorması da olmasa yaşam bir yük sayılır.

Paylaştıkça azaldığı söylenen acılar duyarlı yürekleri vurur. Acı çekenler, kendi yazgılarından yakınmayla, kendi çektiği-taşıdığı duyguların ağırlığıyla omuzlarının çöküntüsü içinde katlanmaya çalışıyor. Başka çözümü de yok. “Tanrı, kimseyi acıyla uyarmasın, acıyla terbiye etmesin” sözü insanın içini serinleten yaklaşımlardan, duygu desteğinden biridir. Ama yaşam beklenilmezlerle doludur. Umulmayan bir durum, beklenmeyen bir olay insanın yaşamını gölgeler, hatta karartabilir. Hepsini doğal sayıp karşılayarak göğüslemek de bizlere düşüyor. Geliş-gidiş sürecinin en yalın gerçeklerinden biri de bu.

Siyasal kuruluşlar arasında inatlaşma ve zıtlaşma ortamı karartan olumsuzlukların başında gelir. Oysa, en uygunu, en iyiyi, en yararlıyı görüşlerin ve isteklerin karşılaştırılıp tartışılmasından sonra saptayıp yaşama geçirmek en uygun yoldur. Uygar yaşamın gereği de budur. Fakat siyasal kuruluşlar bencillik ve çekememezlik yanlışlıklarıyla bu çağdaş yolu bırakıp sert, gereksiz tartışmalar, kaba ve çirkin tutumlarla birbirini karalayıp kötülemek için birinin “ak” dediğine öbürü “kara” demeyi beceri-mârifet saymaktadır. Çarpıklığın bir türü de böyledir, budur.

Şiirleriyle tanınmış Prof. Dr. Muharrem GERÇEKER’ in yeni bir şiirini okurlarımıza sunmakla mutluluk duyuyoruz:

ATATÜRK

Ne sen, ne ben vardık, ne de bizler

Savaşın yorgunu kimsesizler

Dullar, yetim, öksüz ve çaresizler

O’nun sayesinde bir milletiz.

Ondokuz Mayıs, yirmi üç Nisan

Özgürlük şarkılarını yazan

Cumhuriyetiz diye haykıran

O’nun sayesinde bir milletiz.

Ne söylense tarif yetmez

Asrın dâhisi demek fark etmez

Yüzyıllar bir benzerini görmez

O’nun sayesinde bir milletiz.

Zaman zaman yobaz kafalardan

Hıyanet duygularıyla çıkan

Çatlak sesleri de durduran

O’nun sayesinde bir milletiz.

Nerde var böyle bir sarı mavi

Öyle mânalı, öyle semavi

Hürriyetin sönmeyen alevi

O’nun sayesinde bir milletiz.

Vatan baştanbaşa tarumarken

Üstte düşman çizmesi varken

Hainler ülkeyi satıp kaçarken

O’nun sayesinde bir milletiz.

Şimdi O’nunla dolu kalbimiz

Neferi, askeriyiz hepimiz

ATA’mıza sonsuzdur sevgimiz

Artık bağımsız, hür bir milletiz.