Bazen sayfalarca gazete okursun, yalancı dolma gibidir.

İçinde bir gram et yoktur.

Ama bazen bir tek soru okursun.

Her şey ete kemiğe bürünür.

Ümmügül, işte öyle bir haberdi.

Henüz yedi yaşındaydı.

Öyle bir soru sormuştu ki, hepimizi yakamızdan tutup, silkelemişti.

2006 yılıydı.

Öğrencileri deprem konusunda bilinçlendirmek için, okullarda sivil savunma konferansları düzenleniyordu, yine böyle bir konferans için Balıkesir Burhaniye’de Cumhuriyet İlköğretim Okulu’na gelmişlerdi.

Sivil savunma uzmanları anlatıyor, öğrenciler bilgileniyordu.

Meslek hayatımın en unutulmaz haberlerinden biri o an’da gerçekleşti.

Ümmügül, büyük bir medeni cesaretle parmağını kaldırdı.

Birinci sınıf öğrencisiydi.

Sordu...

“Deprem olursa, fakirleri de kurtarırlar mı?”

Salonda uzuuun bir sessizlik oldu.

Adeta tavan çökmüştü, en tecrübeli sivil savunma uzmanlarının bile duyguları göçük altında kalmıştı, cevap veremiyorlardı.

Çünkü, sorudaki gerçeklik çok ağırdı.

“Gelir dağılımındaki eşitsizlik, sosyal adaletsizlik, haksızlık” düşüncesi, yedi yaşındaki yavrularımızın yüreğinde bile vardı.



Korona da maalesef böyle.

Sınıfsal bir virüs.



Tıpkı deprem gibi, herkes aynı anda maruz kalıyor ama, yoksulları daha çok öldürüyor.



İşçiler mesela...

Bir taraftan “hayat eve sığar, evde kalın” deniyor, öbür taraftan işçiler çalışmaya zorlanıyor. Netice? Sendikaların saha araştırmasına göre, işçilerin pozitif vaka oranı Türkiye ortalamasının neredeyse dört katı.



Yüzyüze muhatap olan aile hekimlerimiz gayet net şekilde gözlemliyor ki, apartman görevlisi, kurye, garson, temizlikçi gibi alt gelir grubundaki insanlarımızda bu oran daha da yüksek.



Ekran meşhuru profesörlerimizi izliyoruz, şahane tavsiyelerde bulunuyorlar, “bünyenizi güçlü tutun, koenzim, alfa lipoik asit, çinko takviyesi alın, aman D vitaminini ihmal etmeyin” filan diyorlar.

Hangi parayla birader?



Matah öneriymiş gibi “izolasyona dikkat edin” diye tembihliyorlar, halbuki dar gelirli insanlarımız üç dört aile aynı evde kalıyor.

Balık istifi metrobüslerin bir yılda taşıdığı insan sayısı, Çin’in nüfusundan daha fazla, hangi izolasyondan bahsediyoruz?



Testlerde bile ayrıcalık yapılmıyor mu?

Sırtın sağlamsa, sağlık ekibini evine getirip test yaptırabiliyorsun.

Garibansan, hastane kapısında saatlerce kuyrukta dikilmek zorundasın.

Pozitif misin negatif misin, hayatının sonucunu öğrenebilmek için bile günlerce beklemek, dokuz doğurmak zorundasın.



Herkes umutla korona aşısının yolunu gözlüyor ama, paran yoksa, torpilin yoksa, alt tarafı grip aşısını bile bulabiliyor musun?



İşte bu yüzden...

Resmi olarak 12 bin kişi ölmüşken, gayriresmi olarak 30 binden fazla insanımız hayatını kaybetmişken, toplasan 100 kişiyi bile bilmiyoruz!



Şöyle bir hafızanızı yoklayın lütfen.

Koronavirüsten öldüğü için adıyla sanıyla haber yapılan, koronavirüsten öldüğünü gazetede okuduğunuz, televizyonda seyrettiğiniz kaç kişi var?

100’ü geçmez.

Hadi 200 olsun.

Gerisi nerede?

Gerisi, yoksullar.

Medyada sesini duyuramayan, iş işten geçene kadar hastane hizmetine ulaşamayan, evine gönderilen, çaresizliğiyle başbaşa bırakılan, sessiz sedasız toprağa verilen gariban kalabalıklar.



Fakir fukara garip gureba edebiyatıyla iktidarda oturanlar, işte bu yüzden, aslında kaç kişinin öldüğünü, kimlerin öldüğünü, hangi şehirlerde öldüğünü saklıyor... İnsanları insan olarak değil, rakamdan ibaretmiş gibi, soyut kavramlarmış gibi algılamamızı sağlıyorlar.



Çünkü, ölenler isim isim haber yapılırsa, hangi işlerde çalıştıklarını, hangi muhitlerde oturduklarını öğrenirsek, sadece koronavirüs tablosunu öğrenmekle kalmayacağız, aynı zamanda gelir dağılımındaki eşitsizliği, sosyal adaletsizliği kabak gibi görmüş olacağız.



Logosunda “adalet” ve “kalkınma” bulunan partinin, aslında göz göre göre, kimlerin ölümüne gözyumduğunu görmüş olacağız.



Ve, işte bu yüzden...

Her akşam rakamlardan ibaret olan turkuaz tabloyu gördüğümde, Ümmügül’ün sorusu zihnimde çın çın çınlıyor.

“Fakirleri de kurtarırlar mı?”