Yaşar’ın kendinden önce dünyaya gelen dört kardeşi ölmüştür.

Bari bu yaşasın diye, Yaşar adı verilir.

İlkokula kaydını yaptırabilmek için nüfus kağıdı çıkarmak isterler, ama kütüğe göre, Çanakkale Savaşı’nda şehit düştü görünmektedir.

“Sen yaşamıyorsun” deyip, nüfus kağıdı vermezler.

Gel zaman git zaman, delikanlı olur, asker kaçağı olarak askere alınır.

Bütün devreleri terhis olur, nüfus kağıdı olmadığı için Yaşar bir türlü terhis olamaz, güç bela kurtulur.

Evine döner, babası ölmüştür, nüfus kağıdı olmadığı için mirası alamaz ama, babasının bütün borçlarını ödemek zorunda kalır.

İstanbul’a taşınır, arkadaşıyla ortak manav açar, dolandırılır, nüfus kağıdı olmadığı için mahkemede hakkını arayamaz.

Oğlu olur, oğluna nüfus kağıdı çıkaramaz, çünkü oğlunun babası zaten ölüdür.

Devletin işine geliyorsa, yaşıyordur, devletin işine gelmiyorsa, yaşamıyordur.



Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz bu.

Aziz Nesin’in efsane romanı.



Ve önceki gün, sağlık bakanımızı dinlerken, aklıma ister istemez Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz geldi.



Çünkü...

Sağlık bakanımıza sordular...

“İstanbul’da geçen yıl mart-nisan ayında vefat edenlerin sayısıyla bu yıl mart-nisan ayında vefat edenlerin sayısını kıyaslayınca, arada uçurum var, bu yıl sırf İstanbul’da iki binden fazla vefat görünüyor, acaba koronavirüsten hayatını kaybedenlerin sayısı saklanıyor mu?”



Sağlık bakanımız cevap verdi...

“2019 yılındaki toplam ölüm sayısını baz aldığımızda Türkiye genelinde bu yıl 1 Ocak-20 Nisan arasında beklenen ortalama ölüm sayısı 156 bin 684 olmalıydı, gerçekleşen ölüm sayısı 153 bin 766 oldu. Hani nerede artış?”



Yani...

Ölüm sayısının bırakın artmasını filan, koronavirüs salgını başladığından beri Türkiye’de ölüm sayısının bile azaldığını izah etti!



(Dünya Sağlık Örgütü’nün koronavirüs semptomlarına bu bilgiyi mutlaka eklemesi lazım... Türkiye’de ömür uzatıyor!)



Yıllar geçiyor, bu memlekette bazı şeyler hiç değişmiyor.

Hükümet isterse, yaşarken ölüsün, hükümet isterse, ölüyken dirisin.



Dolayısıyla, şu karantina günlerinde hayatta olup olmadığınızı test etmek istiyorsanız, Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz’ı okumanızı öneririm.



“Zübük” var bi de...

Onu daha çok öneririm!



“Ben ilk defa Türkçe öğretmenim sayesinde tanıştım kum saati ile... Sınıfa girdiğimde süre tutmak için kullanıldığını anlattı. Kompozisyon derslerinde kullanıyordu. Yıllar geçtikçe çeşitli ebatlarda, renklerde modellerini gördüm.

Bir yazıda okudum, “Ben kum saati değilim” diyordu.

İlk okuduğumda anlamadım ve önemsemedim. En nihayetinde tek işlevi süre tutmak olan, döndürülmedikçe çalışmayan bir şeyden bahsediyoruz.

Sonra aklıma takıldı.

Düşündükçe ne kadar haklı olduğunu anladım.

Günümüzde de kum saati görevi gören çok fazla kişi mevcuttu.

Tek görevleri vardı. Çeviren eller sayesinde hayatları boyunca dönüp duruyorlardı.

Örnekleri çoktu.

Kendimden örnekler vereyim mesela.

2007 yılında “Tehlikenin Farkında Mısınız” diyerek “Bizkaçkişiyiz Platformu”nun kurucularından ve yöneticilerinden biri oldum. Oğlum 3 yaşındaydı.

Cumhuriyet mitinglerini yaptık.

Kum saatleri “azgın topluluk” dedi.

“Hukuka saygı, teröre lanet, şehitlere saygı” mitingleri yaptık.

Kum saatleri “vesayet odakları” dedi.

FETÖ kumpas davası Ergenekon başladı. Komutanlar, gazeteciler, aydınlar tek tek geceyarısı gözaltına alınıp tutuklanıyordu.

Kum saatleri “Türkiye bağırsaklarını temizliyor” dedi.

Susmadık, sokak sokak anlattık. 2008 Temmuz’da Kadıköy’de “Hukuka saygı, hukuka dokunma” mitingi yaptık. Mitingin tertip komite başkanı ve konuşmacısıydım.

O konuşmamda, “bu operasyonlar Fethullahçı çetenin işi, biz biliyoruz, şerefli komutanlarımızın, aydınlarımızın, gazetecilerimizin sonuna kadar yanındayız, Silivri’ye selam olsun” dedim.

İki ay sonra kapıma 16 polis geldi.

Kum saatleri çalıştı.

“Ergenekon’un Ağırel’i” diye yazdılar.

Bir başkası “Ataevlerine Ağırelkondu” dedi.

O davadan beraat ettiğimde oğlum 15 yaşındaydı.

Yılmadık...

Neler geçti başımızdan neler...

O dönem “hocalarını” dinlerken gözyaşlarını yemeğine akıtanlar, çeşitli methiyeler dizip dua edenler, 15 Temmuz FETÖ’cü darbe girişiminden sonra bizleri anladılar.

Sonra akar vaziyette ters çevrildiler ve tekrar akmaya devam ettiler.

Dua edip, methiyeler düzdükleri hocalarının terör örgütü elebaşı olduklarını anladılar, beddua yarışına girdiler.

Bizler duyduğumuz sorumluluk gereği gördüklerimizi yazmaya, anlatmaya devam ettik.

FETÖ’nün nasıl var olduğunu, mücadeledeki aksaklıkları, hataları, yolsuzlukları, yağmaları yazmaya devam ettik.

Barışlar METASTAZ’ı, ben SARMAL’ı yazdım.

Kum saatleri çalışmaya başladı.

İsimlerimizi hedefe koydular.

Sadece bir bahane lazımdı.

Bulundu...

Daha mahkemeye çıkarılmadan kum saatleri “tutuklandı” diye yazdılar.

Hatta bir tanesi “elbet bu yazdıklarının hesabını birileri soracaktı” diye asıl nedeni itiraf etti.

Tutuklandık.

Kara kızım şimdi 8 yaşında.

Bugün de tutukluluğumuzun 43’üncü günü.

Ne kadar sürecek bilmiyoruz.

Çıkmayalım diye 100 yıllık Gazi Meclis’ten adımıza özel kanun çıkarıldı.

Ama devam edeceğiz...

Uyarmaya, üstünlerin hukukunu değil, hukukun üstünlüğünü savunmaya, yoksulluğun kader değil, yağmacıların çoğalmasının sonucu olduğunu anlatmaya devam edeceğiz.

İnanıyoruz...

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün devrimlerinin ışığını taşıyan hukuk adamlarının, Cumhuriyet savcılarının, yargıçların var olduğuna ve adaletin tüm baskılara rağmen tecelli edeceğine inanıyoruz.

Kimseden bir imtiyaz beklemiyoruz ve istemiyoruz.

Barışların da benim de alnımız ak, başımız dik, veremeyeceğimiz bir hesabımız yok.

Bizler sadece Adalet istiyoruz. Yargılanmak, adilce yargılanmak istiyoruz.

Neden yazılmadığını bir türlü anlamadığımız iddianamenin bir an evvel yazılmasını ve yargılanmamızın yapılmasını istiyoruz.

Bu süreçte yaşadıklarımızı ve nedenlerini öğrenmek, anlamak için, avukatlarım Celal Ülgen ve Ruşen Gültekin’in adeta hukuk dersi niteliği taşıyan ve tüm belgelerin yer aldığı, mahkemeye sunulan itiraz dilekçesini lütfen okuyun.

İlk gün yanımda olan avukat Onur’un, Gizay’ın, Aylin ablanın itirazlarına bakın.

Sonra bugün hedef gösterilen, linç edilmeye çalışılan Uğur Dündar, Fatih Portakal, İsmail Küçükkaya, Ayşenur Arslan’ın neden linç edildiğini canlı örnekleriyle anlayacaksınız.

Bizler gücünü kendini döndüren ellerden değil, sadece ama sadece halktan alan gazetecileriz.

Bu süreç de elbet bitecek ama kum saatleri ve onları çevirenler her daim var olmaya devam edecek.

Bizleri unutmayın.

Esaretten özgürce selamlarımla...

Murat Ağırel”



Evet... Satmadığı kalemini sadece halkın bilgi alma özgürlüğü için kullanan namuslu gazeteci Murat Ağırel’in siz değerli okurlara iletilmek üzere bana gönderdiği mektup bu.



Ne bu olan biten kötülükleri unutun, ne de hepimiz adına orada yatan Muratları...