1919.

Takvimler 13 Mayıs’ı gösteriyordu.

İzmir için için kaynıyordu.

Yunan postalı vatanımıza basmak üzereydi.

İşgale saatler kalmıştı.

Mustafa Necati bey, İzmir Atatürk Lisesi’nin öğretmeniydi.

“Bu kadar kolay olamaz, bu kadar kolay olmamalı” dedi.

Şehrin yurtseverlerine haber saldı, “mektepte buluşalım.”



Süleyman Ferit (Eczacıbaşı) bey, miralay Kazım (Özalp) bey, miralay Süleyman Fethi bey, Moralızade Halit bey, Vasıf (Çınar) bey, Ragıp Nurettin (Ege) bey, (Gavur) Mümin bey, gazeteci Hasan Tahsin bey... İsimlerini tek tek buraya sığdıramayacağım öğretmenler, doktorlar, avukatlar, tüccarlar, liman işçileri... Mektepte buluştular.



Miting kararı alındı.

Bildiri yazıldı.



Milli mücadelenin, Kuvayı Milliye’nin ilk direniş bildirisiydi.



El ilanı şeklinde bastırıldı.

Daha mürekkebi kurumadan, Mustafa Necati bey’in öğrencileri tarafından, İzmir Atatürk Lisesi öğrencileri tarafından, Kordon ve Konak başta olmak üzere, bütün şehirde dağıtıldı.



Şu yazıyordu...

“Ey bedbaht Türk!

Hakkın gasp ediliyor.

Namusuna saldırılıyor.

Güzel memleketin Yunan’a verildi.

Şimdi sana soruyoruz:

Yunan hakimiyetini kabule taraftar mısın?

Artık kendini göster.

Tekmil kardeşlerin Maşatlık’tadır.

Oraya yüzbinlerle toplan, ezici çoğunluğunu bütün dünyaya göster.

İlan ve ispat et:

Burada zengin, fakir, alim, cahil yok, burada Yunan hakimiyetini istemeyen ezici Türk çoğunluğu var.

Bu sana düşen en büyük vazifedir, vazifeden geri kalma.

Acı duymak fayda vermez.

Maşatlık’a koş!”



Ertesi gün...

14 Mayıs 1919.

Hava ağır ağır kararırken, bugün Bahribaba parkı olarak bilinen Maşatlık’ta iğne atsan yere düşmüyordu.

Kadın erkek çocuk, İzmir adeta nehir gibi akmıştı.

Körfezde işgal gemileri son hazırlıklarını yapıyor, Karşıyaka’nın fenerleri gözyaşları gibi parlıyordu.

Konuşmacılar birer birer kürsüye çıkıyor, kalabalık kah ağlayarak, kah haykırarak, dalgalanıyordu.

Maşatlık’tan yükselen uğultu şehrin sokaklarına imbat gibi yayılıyordu.



Son konuşmayı Mustafa Necati bey yaptı.

Kürsüye çıktı.

Yelekli, siyah takım elbise giymişti.

Beyaz gömlek, siyah kravat takmıştı.

Başında kalpak vardı.

Kuvayı Milliye’nin simgesi, Kurtuluş Savaşı’nın alametifarikası kalpak, ilk kez bir sivil tarafından, tarih sahnesine çıkarılmıştı.

Bu yurtsever “öğretmen”in ne diyeceğini merakla bekleyen kalabalık, adeta nefesini tutmuştu.

Doğup büyüdüğü şehrin insanlarına şöyle bir baktı... Sonra da yüreğinin sesiyle koskoca meydanı çın çın çınlattı:

“İşgal başlıyor.

İzmir Yunan’a ilhak ediliyor.

Bu akşam, güzel İzmirimizde son ve tarihi akşamımızdır.

Ayaktayız.

Vakar ve sukunetinizi muhafaza ediniz.

Vatan ordusuna iltihaka hazırlanınız.

Teslim olmayacağız!”



Teslim olmadı.

Asla.



Kürsüden indi, ailesiyle vedalaştı, Kuvayı Milliye komutanı olarak Soma’ya geçti, emrine verilen Bulgurcu Mehmet efe müfrezesiyle birlikte, Soma’da Akhisar’da Bergama’da vuruştu.

Balıkesir’e geçti.

“İzmir’e Doğru” gazetesini çıkardı.



Mustafa Kemal’in yol arkadaşı olarak, milli eğitim bakanlığı yaptı.

Harf devrimini gerçekleştirdi, ortaöğrenimi parasız hale getirdi, yabancı okulları denetim altına aldı, köy enstitülerinin temelini attı.



Başkentimiz Ankara’da tapusu kendisine ait, şahane bir mimariye sahip, süs eşyası kadar zarif bir evi vardı.

Bu ev, kendisi rahmetli olduktan sonra, ailesi tarafından devlete bağışlandı.

Bülent Ecevit’in başbakanlığında, İstemihan Talay’ın kültür bakanlığı döneminde restore edildi, Mustafa Necati Kültür Evi olarak düzenlendi.



Ve önceki gün...



Bu kültür evinden Mustafa Necati’nin adı silindi.

Nuri Pakdil’in adı verildi.



O kim?



Atatürk’e “firavun” diyen...

29 Ekim 1923’ten sonraki Cumhuriyet dönemini “değerlerimizden kopma dönemi” olarak tanımlayan...

“Yaşasın Cumhuriyet” diyenlere karşı “yaşasın şeriat” diyen...

“Ne mutlu Türküm diyene” demeye dili varmayan...

Atatürk düşmanlığından başka ciddiye alınan herhangi bir entelektüel (!) faaliyeti bulunmayan kişi.



Başka?



2009 yılıydı.

Kumpasların en vahşi dönemiydi.

Ankara Çukurambar’da bir otomobil durduruldu.

Güya isimsiz bir ihbar gelmişti.

Sivil kıyafetli iki subay gözaltına alındı.

Özel Kuvvetler Komutanlığı’nda görevliydiler.

“Bülent Arınç’a suikast” manşetleri patladı.

Bu suikast palavrasını kapıyı kırmak için levye olarak kullandılar, Kozmik Oda’ya girdiler.

125 milyon word sayfası ebatında devlet sırrı’nı çaldılar.



Devlet sırları göz göre göre çalındıktan sonra anlaşıldı ki...

Suikastçi diye yakalanan o iki subay, aslında Bülent Arınç’ı filan takip etmiyordu, şüpheli davranışları olan bir albayı takip ediyorlardı.

O takip edilen şüpheli albay, Bülent Arınç’ın eviyle aynı muhitte bulunan bir apartmanı sık sık ziyaret ediyordu, 15 numaralı daireye girip çıkıyordu, o dairede oturan kişiyle başbaşa yemeğe gidiyorlardı.

O şüpheli albayın o dairede oturan kişiye bilgi-belge aktardığı tahmin ediliyordu, bu yüzden takip ediliyordu.



O esrarengiz dairede kim oturuyordu biliyor musunuz?

Nuri Pakdil!



Dolayısıyla...

Kahramanımız Mustafa Necati bey’in adını oradan sildik diye sevinebilirsiniz ama, kendi yaptıklarınızı tarihten silebilmeniz hakikaten imkansız!