Gloria von Thurn und Taxis.

Babası, Alman kontuydu.

Annesi, Macar hanedanı soyundan kontes’ti.

Alman prensi Johannes’le evlendi.

Prenses oldu.

Kocası ölünce, kocasına ait varlıkları yönetti.

Beş milyar dolar serveti var.

Paha biçilmez sanat koleksiyonuna sahip.

Ailesine ait 200 yıllık kale’de oturuyor.

Dünya jet sosyetesinin en önemli figürlerinden biri.

Özgür yaşam biçimi ve çılgın harcamaları nedeniyle “punk prensesi” olarak anılıyor.

Giysileri, mücevherleri ve saç stilleriyle, sosyal moda ikonu.

Doğumgünü partisine yakın arkadaşı Hillary Clinton filan katılıyor.



“Taksi” kelimesi, işte bu prenses’in soyadından geliyor!



Alman imparatorluk hanedanına mensup Thurn und Taxis sülalesinin şirketi, 1867 yılında buharlı otomobil filosu kurarak, Alman devletinin mektup, evrak ve paket dağıtma işini üstlenmişti.

Para karşılığında paket taşıyorsak, niye insan taşımayalım diye düşündüler... İnsanları bir yerden bir yere taşımaya başladılar.

Mesleğin henüz adı yoktu, bu işi yapan otomobillere ailenin soyadı nedeniyle “taxi” deniliyordu, mesleğin adı olarak kaldı.



Asalet unvanlı “taksi” kavramının, bugün mafya edasıyla racon kesmeye çalışan plaka ağalarına kalmış olması, hazin değil mi?



Taksici bir dedenin torunu...

Taksici bir babanın oğlu olarak yazıyorum bu satırları.



Lacivert Impala’sı vardı dedemin.

Kırmızı deri koltuklu Buick’i vardı.

Kuyruklu Chevrolet’si vardı.

Damalıydı.

Direksiyonları vapur dümeni gibiydi.

İzmir Alsancak’taki Kısmet Taksi’yi dedem kurdu.

Bugün o durağın ruhsatında bile hâlâ babamın adı var.

Rahmetli babam 60 yıl direksiyon salladı.

Dakika şaşmazdı...

Saat ayarı gibiydi, her sabah 4.45’te marşa basardı, 5’te durakta olurdu, işine gidecek olanları veya sabah ilk uçağa yetişecek olanları hazır beklerdi.

Gün içinde adrese çağırırlarsa, gecikirse mahçup olmasın diye, mutlaka ama mutlaka 5 dakika önce orada olurdu.

İşine bir defa bile tıraşsız gittiğini görmedim.

Üstünü başını bir defa bile ütüsüz görmedim.

Kar, kış, yağmur, lastiklerini çamurlu gören olmamıştır, bazen günde üç defa, bazen daha fazla, su içtiğimiz bardak temizliğinde yıkardı.

Sadece babam değil, duraktaki arkadaşları Aziz, Cemal, İzzet, Hasan ağabeyler, hepsi aynıydı... İzzet ağabey kravat takardı.

Taksilerinin içinde asla sigara içmezlerdi.

Teyp veya radyo asla açmazlardı.

Taksilerinin içinde asla yemek yemezlerdi, asla koku olmaz, asla kırıntı olmazdı.

Hayat üniversitesi mezunuydular, mecburen sokakta pişmişlerdi, hepsi bilekli adamlardı... Ama, taksilerine binen bir kişiyle bile tatsızlık yaşadıklarını, çevre esnaftan bir kişinin bile kalbini kırdıklarını hatırlayan yoktur, çünkü örneği yoktu.

Durağın bulunduğu muhitin en güvenilir insanlarıydılar.

Kısmet Otel’in veya çevredeki apartmanlarda oturanların, eşlerini, çocuklarını, misafirlerini güvenle emanet ettiği, komşuydular.

Saygıdeğer insanlardı.

Vatandaşa saygı duyarlardı.

O saygı, ekmeklerini kazandıkları taksilerine de yansırdı.

Emek emek biriktirir, yetmezse kredi çeker, taksilerini yenilerler, devamlı en üst model tutmaya gayret ederlerdi.

Gerçekten usta şofördüler.

Sepet değil, insan taşıdıklarının bilincindeydiler.

Sarsmadan, trafikte tehlikeye mahal vermeden kullanırlardı.

Gidelecek yer uzakmış yakınmış, mevzu yapmak bile ayıptı.



Yaşı 40’ın üstünde olan herkes, eminim babam gibi taksicileri hatırlıyordur.



Efsane televizyon dizilerimiz Çiçek Taksi’deki Erol Günaydın, Akasya Durağı’ndaki Zeki Alasya gibi taksicilerimizdi onlar...

Ağır, oturaklı, babacandılar.

Sevilen insanlardı.



Bugün öyle mi?



(Mesleğini hakkıyla yapan beyefendi taksicilerimizi elbette tenzih ediyorum... Ve, onların da bana hak verdiklerinden eminim.)



Milyonlarca İstanbullu’yu mağdur eden taksici meselesine -nihayet nihayet nihayet- müdahale edilmesini, İstanbul büyükşehir belediye başkanı Ekrem İmamoğlu’nun girişimini, yürekten destekliyorum.



Çünkü taksiciliğin bu hali...

İstanbul’a da yakışmıyor, taksicilik mesleğine de yakışmıyor.