Ortaçağ taassubu denilince hatırıma gelen bir dava vardır: Birileri, eşeğin ağzında kaç diş olduğunu merak eder ve böylece tartışma başlar. Öyle ki bu tartışma yüz yıl sürer. Nihayet birisi çıkar ve “Niye tartışıyoruz, eşeğin ağzını açıp, dişlerini sayalım. Böylece kaç diş olduğunu öğrenmiş oluruz” der. Lakin kilise karşı çıkar: “ Hayır, sayamazsınız, saymış olsanız bile gerçek olmayacaktır. Çünkü kutsal kitapta eşeğin dişi ile ilgili bir bilgi yokturder.

Birkaç gün önce, bir ayetin mealinden hareketle tartışırken, muhatabım, 10. asırda yaşamış bir alimin yorumunu öyle dayattı ki, aklıma yukarıdaki kıssa geldi. Abartılı gibi gelebilir pek çok insana ama taassup böyle bir şey. Aklımızı, akli çıkarsamalarımızı, tecrübelerimizi devreden çıkarmak ve fakat yüz yıllar önce oluşmuş yorumları mutlaklaştırmak, iman karşısında aklı ve bilgiyi itibarsızlaştırmaktır. Müslüman dünyaya bu pahalıya mal olmuştur. İslam’ın tarihsel serüvenini dikkate alan duayen ilahiyatçı Prof. Dr. Hüseyin Atay Hocamız, rivayetçiler tarafından adım adım aklın devreden nasıl çıkartıldığını şöyle özetler:

RİVAYETÇİLER DÖRT SINIFTIR

“1-Hadisçiler. Hz. Peygamberin ölümünden sonra, birinci asırda kısıtlandıkları halde, ikinci asırda rivayete başladılar.

2-İkinci asırda tasavvufçular Yüce Tanrı’dan rivayete başladılar.

3-Üçüncü asırda mukallitler (taklitçiler) imamlardan rivayet ettiler.

4-Dördüncü asırda kelamcılar imamlarından rivayette bulundular.

Bu dört rivayetçi sınıfın ortak ilkeleri: Din akılla olmaz. Kur’an’ı imamlardan başka kimse anlamaz. İmamların içtihatları kıyamete kadar yeter. Onların dediğini anlamakla her şey çözülür. Hadis Kur’an’a eşittir ve hatta anlaşılması hadislere bağlıdır. 861’den bu yana İslam’ı yöneten, uygulayan bunlardır.”

İMAN VE AKIL BİRLİKTELİĞİ

Yaklaşık on beş asrın bu fotoğrafından hareketle söyleyelim ki; şablonlara dönüşmüş bir öğretinin, şahsiyetli karakterler yaratması ve ahlak ve bilgi temelli bir dindarlık oluşturması olanaklı değildir. Olsa olsa robotlar yaratır. Bu durum eleştirel düşüncenin önünü de kesmiştir. İslam adına üretilecek her türlü felsefe, yorum, fıkıh, kelam, tefsir ve davranışlara yön veriş salt teslimiyetçi iman odaklı bir görüş tarafından ya da onu bütünüyle reddeden akıl odaklı pozitivist görüş tarafından ortaya konulduğu takdirde esasen bir zıtlığa muhtaç olmayan bilgilerin kendilerine zıtlık arama çabasını doğurmuştur.

Oysa aklın zıddı iman değildir, akılsızlıktır; imanın zıddı da imansızlıktır, akıl değildir. Öyleyse aklın ve imanın aynı bünyede buluşması yadsınamaz. Hatta din adına üretilen bilginin denetlenmesi açısından bilhassa mühimdir. Aklın ürettiği bilgi iman tarafından, dinin ürettiği bilgi akıl tarafından sorgulanabilir. Aklın da imanın da amacı hakikat ise hakikat bu sorgulamayı zorunlu kılar.

Unutmayalım ki, hakikat, içinde doğruluğu ve gerçekliği barındıran bir kavramdır. Her doğru gerçek olmadığı gibi, her gerçek de doğru olmayabilir ama birlikte hakikati oluştururlar, tıpkı iman ve akıl gibi. Ezcümle, hakikate ulaşmak için iman ve akıl birlikte yürümelidir.