Savaşlar, devletlerin çıkar mücadelesinde şiddete başvurulması sonucu çıkar. Dinler savaşlardaki motivasyon kaynaklarından sadece biridir; ancak çoğu zaman en önemlisidir. Bu durum dinlerin bir suçu veya özelliği olarak ele alınamaz. Zira dinler olmazsa ırklar, ırklar olmazsa başka bir ortak değer, toplumların belirli bir amaca yöneltilmesini ve kendinden olmayanla çıkar uğruna mücadele etmesini sağlamak için kullanılacaktır, nitekim tarih boyunca da böyle olmuştur.

Savaşlar, kıtlıklar, afetler, göçler, salgın hastalıklar ve her türlü kargaşa insanlık tarihinin birer gerçeğidir. Bunların dindarlıkla ya da dinsizlikle ilgisi yoktur, daha doğrusu doğrudan herhangi bir nedensellik ilişkisi kurulamaz. Net bir korelasyondan bahsedebilmek için şöyle bir sonuca ulaşmak lazımdır: Dindarlık arttığında savaşlar artar. Bu önermeye dair herhangi bir araştırma, herhangi bir kanıt olmadığı gibi çok net ifade edelim ki, dindarlık ölçülemez, sayılamaz, sıralanamaz. Aksi halde kimin cennete gideceği bu dünyada belirlenebilir olurdu.

DEĞİŞMEYEN İNSANLIK TARİHİ

Ulusların tarihi, semavi dinlerden önce ve sonra savaşlara tanıklık eder. Örneğin Türkler, İslamiyet’ten önce de sonra da tarih boyunca savaşmışlardır. Arapların kabileci/ırkçı tavırları ve ötekileştirme anlayışları İslam öncesinde de sonrasında da aynıdır. Diğer taraftan Avrupa’ya bakıldığında Hristiyanlık öncesi Yunanistan, Roma veya Barbarlar’ın tarihi de savaşlarla doludur.

Peki, dinlerin savaşlarla doğrudan bağlantısının olmadığını iddia ediyorsak neden İslam coğrafyası ile Hristiyan toprakları arasındaki fotoğraf günümüzde bu denli farklı? Daha da önemli soru, gördüğümüz fotoğraf acaba gerçekliği yeterince yansıtmıyor mu? Evet, ilk bakışta müreffeh ve muasır Batı’nın karşısında kaosun, gözyaşının ve kanın hüküm sürdüğü bir coğrafya Ortadoğu. Bu fotoğraf binlerce yıllık insanlık tarihinin bugününden ibaret. Ancak bir insanın hayatı tek bir fotoğraftan, tek bir andan ibaret olmayacağı gibi dünya tarihi de bugünden ibaret değil. Örneğin Avrupa Ortaçağ karanlığında boğulurken Bağdat dünyanın en büyük kütüphanelerine ev sahipliği yapıyordu.

Bernard Lewıs’ın tespitiyle “Avrupalı tarihçilerin,  antik medeniyetin –Yunan ve Roma- çöküşüyle modern medeniyetin –Avrupa- yükselişi arasındaki bir karanlık çağ olarak gördükleri bu dönemde, İslam büyük ve güçlü krallıklarıyla, zengin ve çeşitli endüstri ve ticaretiyle, orijinal ve yaratıcı bilim ve yazınıyla dünyanın önde giden medeniyetiydi. İslam, Hristiyanlık’a kıyasla çok daha fazla, eski Doğu ile önemli katkılar yaptığı modern Batı arasındaki ara aşamaydı. Ancak son üç yüzyıl içinde İslam dünyası hâkimiyetini ve liderliğini yitirdi ve hem modern Batı’nın hem de hızla modernleşen Doğu’nun gerisine düştü. Genişleyen bu uçurum zamanla hem pratik hem de duygusal sorunlar doğurdu ” (İslam’ın Krizi, sh,18)

Avrupa, 18.yy’da ekonomik ve siyasi anlamda büyük dönüşümler yaşamıştır. Sanayi devrimi ve Fransız ihtilâli Batı önderliğinde hataların telafi edilmesini olanaksız kılacak kadar hızlı bir şekilde değiştirirken milletlerin çıkar mücadelesinde değişen tek şey kullanılan silahların teknolojisi olmuştur. Huzurun,  barışın, ilerlemenin beşiği olduğu iddia edilen Avrupa daha seksen yıl önce altmış milyon insanın öldüğü, dünya tarihinin en büyük savaşına ev sahipliği yapmıştır. Örnekler çoğaltılabilir. Gelelim bugüne.

Medeniyetin beşiği, ahlak timsali Batı, Ortadoğu’daki kaosun neresinde? Yerim doldu haftaya devam edelim.