Müslümanlıkta kaybolan aksı, nerelerde arayacağımızla ilgili önce birkaç tespit:

Dinler, maddi ve manevi değerler ile kutsal arasında ‘bağ’ kurmaya çalışır. Dindarlık dediğimiz olgu da bu ‘bağ’ın idraki ve gücüyle doğru orantılıdır. Ancak bu ‘bağ’ zamandan, zeminden ve zihinden bağımsız değildir, hatta bunlarla ne kadar uyumlu ise o kadar dinamik ve yaratıcı bir dindarlık çıkar. İnsanın egzistansiyel özelliği (kendini bir durum içine atılmış bulsa da) olduğu değil olması gerektiği çabasını verir ve imkân içinde geleceğe hareket etmesini olanaklı kılar. Dolayısıyla yaratıcı dindarlık oluşmadığı takdirde din bir takım şekilleri yerine getiren robotlar yaratır. Müslümanlığın aksını tüm şiirlerine yansıtmış Yunus Emre “bir kez gönül yıktın ise o kıldığın namaz değil/ yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil” derken bu ‘bağ’ın adresini gösterir. Gönül deyip geçmeyin, varlıktaki tüm ilişkiler onun üzerinden kurulur. Demek ki, dinin aksı varlıktadır. Bunu biraz açalım.

ALLAH’IN AHLAKIYLA AHLAKLANMAK

Yaratıcının zatı ve mahiyeti insan aklını aştığından dolayı kendimize Tanrı’nın sıfatları üzerinden alan açarız. Bir başka ifadeyle Tanrısallık üzerinden cevaplar ararız. Zira Tanrı konusu insanın kendini arayışıyla ilgilidir. Daha açık ifadeyle hedef Tanrı değildir, insan Tanrı’nın bilinmezliğinin farkındadır. Fakat insanın kendiyle ilgili, nereden geldiği, ne olduğu, ne olacağı, ölüm sonrası nereye gideceği vb. sorular, onu Tanrısal olana iter. Kur’an’ın Tanrı’sı her şeyi birbiriyle uyumlu yaratan (Zat-ı Barî) ve her an yaratma halinde olandır. (Rahman/29) İnsana verilen görev ‘uyum’ ve ‘yaratma’ edimine paydaşlıktır. Peki bunu nasıl yapacak, yaratıdaki rolünü nasıl oynayacak ve bunu hangi anlam örgüsü içinde gerçekleştirecek? İşte dinler bu soruların parametrelerini verir. Tam da bundan dolayı diyorum ki, idrak noktaları geliştikçe paydaş olma rolleri değişecektir. İnsan, aklını çalıştırdığı kadar hakikate yaklaşır ve aklı kadar hak(ikat)tan pay alır. Bir bilim insanı ile bir sanatçı ya da bir felsefeci ile bir duvar ustası aynı idrak içinde olmayacaktır. On dört asır dünyanın sabit olduğunu kabul eden bilim ve felsefe, Galileo ile dünyanın döndüğünü kabul eder ve hakikate Galileo ile yaklaşmış olur. Demem o ki, ahlak (hulk) HLK (yaratma) kökünden türemiştir. Dolayısıyla ahlak yaratmayla ortaya çıkar; insan yaratıda var olduğu sürece hakikatten nasibini alacak ve bu yaratıda var olduğu sürece ahlakını yapılandıracaktır. Manadan ve yaratıdan yoksun şekiller dizisiyle değil. Ya da kör bir teslimiyetle kendini pasifize ederek hiç değil. Zira ahlak olmuş bitmiş bir şey değildir, her an olmakta olandır.

ASL OLAN AHLAKTIR

Din insanı insanca yaşamaya davet eder. Ancak vasıtanın dingili bozulmuşsa yol doğru bile olsa hedef ve amaç gerçekleşmez. Bundan dolayı çok açık görebiliyoruz ki, bir dindar ahlaksız olabileceği gibi yaşamını doğru bir aksa oturtmuş bir ateist, bir deist, bir agnostik ahlaklı bir yaşam sürebilir. Ahlaksız dindarlığın yapıştığı argüman ‘ne yaparsan yap, iman edersen cennete bir türlü girersin’ veya “ne kadar ahlaklı olursan ol inançsızsan cennete giremezsin!” anlayışıdır. Hemen söyleyelim; bir ateistin/deistin/agnostiğin ahlaklı olması erdemdir, kendisiyle çelişmez; herkesin nezdinde değerlidir: Kimse ona “hem ateistsin hem de ahlaklısın, kendinle çelişiyorsun” demez; çünkü asıl olan ahlaktır. Aynı şekilde bir Müslüman’ı da değerli kılacak ahlaklılıktır.

Ahlaksız olması kendisiyle çelişmesi anlamına gelir. Kaldı ki ahlaksızlık ile din yan yana gelemez. Dolayısıyla aks, ne ibadetlerdir, ne sembollerdir ne de şeklî kurallardır. Bir yazı daha gerekiyor, haftaya bitirelim.