Müslümanlığın yaşadığı krize Diyanet’in çözüm bulması zor; uzun yıllar bu kurumda hizmet vermiş biri olarak da söylüyorum. Bunun çözüm yeri akademidir. Ancak siyasetten bağımsız, herhangi bir cemaate angaje olmamış kişiler fikir üretebilir. Bu köşeyi takip edenler bilir, ivazsız-garazsız kalem oynatan biriyim; benim herhangi bir kimse ya da kurumla bir derdim yok, olamaz da. Ne pahasına olursa olsun, inandığım doğruları söylemekten vazgeçmedim vazgeçmem. İnsanların aidiyetlerine saygı duyarım, fakat dini aidiyetler aklın ve fikrin önüne geçiyorsa (ki geçiyor) orada düşünme eylemi biter. Demem o ki, İslam düşüncesinin yenilenmesi için bağımsız zihinlere ihtiyaç var. Diken battığı yerden çıkar, derler; bağımsız zihinlerden oluşacak bir şura insanların önüne din diye sunulan dondurulmuş, bulandırılmış, siyasi ve kültürel olgulara ve olaylara karışmış fikirleri bir bir ayıklaması gerekiyor. Tarih boyunca ulemanın iktidara meşruiyet sağlamak adına veya kendi çıkarları doğrultusunda yaptıkları içtihatlardan kurtulmak ise ikinci adım. Orta Çağ Avrupası’nda Papa’nın endüljans anlayışını gördüğümüz cemaatçi/mezhepçi yapılar, Peygamberin “Allah’a iman ettim de, sonra da dosdoğru ol” sözüyle kendilerini hele bir sigaya çeksinler; keza vıcık vıcık siyasete bulaşmış ve dini ekmek teknesi gören parti imamları da yukarıdaki Peygamber sözünü kendilerine ayna tutsunlar. Gelelim inancı “dava” haline getirenlere.

DİN DAVA DEĞİLDİR DİN AHLAKTIR

Dava (davi) kavga demektir; böylece “davam” denilen yerde siyaset başlar. Günümüz siyasetinden hareketle söyleyelim; siyasetin olduğu yerde yenme-itme-ötekileştirme ve hatta yok etme vardır, insani değerler adeta buharlaşır. Ve böylece aks bozulur; sözde dava insanı dosdoğru işler yapacağına başkalarının neye inandığı, nasıl inandığı, nasıl yaşadığı üzerinden bir mücadele başlatır. Aklınca davasına hizmet etmektedir. Bu arada “dava” uğruna tam da davanın asli unsurları adalet, hakkaniyet, liyakat, merhamet bile-isteye terk edilir. Ortalık harp meydanına döner, kaldı ki, harbin bile bir ahlakı vardır.

Allah’ın davası yoktur, Allah’ın kavgası yoktur, kavgası olmayan Allah adına siz nasıl kavgaya tutuşursunuz?

Ezcümle din dava değildir, din kavga değildir; din ahlaktır, din ihlastır, din ihsandır, din sevgidir. Diyor ya Yunus:

Ben gelmedim davi için/
Benim işim sevi için,
Dostun evi gönüllerdir/
Gönüller yapmaya geldim. 


YUNUSÇA İSLAMA BAKMAK

İnançlı insanın ille de bir kavgası olacaksa o kavga kendi nefsiyledir, kaldı ki, o dahi tartışılır. Zira Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen derken Şeyh Galip, varlığın özünün (insanın) kendisine hoşça bakması gerektiğini söyler. Zira kendiyle kavgalı olan insanın tüm varlığa hoşça bakması mümkün değildir. Elbette bunu radikal selefi akımlar zemininde söylemiyorum. Dini-diyaneti, politik zeminin nesnesi haline getirmiş siyasal zihnin ise böyle derdi hiç olmadı. Bilgeliği, sevgiyi, hoşgörüyü eksene koyan Anadolu Müslümanlığından bahsediyorum. Çok zengin bir kültür mirasımız var, bu mirasa sahip çıkmak ve İslam’ı o zeminde anlamak bizim birlikte yaşamımızı kolaylaştıracaktır. Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş Veli, Hacı Bayram Veli, Mevlana ve elbette Yunus Emre. Yunus’un iman anlayışı, ahlak anlayışı, insan felsefesi, varlık felsefesi insanlığa adeta reçetedir.

Tam da bu noktada söylenmesi gereken şudur. Anadolu irfanı biçiminde tecessüm eden Türk Müslümanlığının yok etmeye dayalı bir cihat anlayışı yoktur. Böyle bir anlayış olsaydı Kafkaslardan gelip Anadolu’da hayat bulan ve bu hayatı Balkanlara taşıyan bir hareket olmazdı. Buna karşı olanların hedefi, Anadolu’daki bu irfanın mayasınadır; bu maya Türk Müslümanlığıdır. Türk’ü yok etmenin yolu da Türk’ün kendine has olan Müslümanlığını yok etmekten geçiyor.