Diyanet İşleri Başkanlığı’nda 29 yıl çalıştım; kurumumun, o yıllar ile bugün verdiği fotoğraf farklı. Bu yazıyı önyargısız okumanızı rica ediyorum; devleti, toplumu, dini ve kurumu dikkate alarak bir çözümleme yapmaya çalıştım. Umarım yetkililere ayna tutarım.

Diyanet İşleri Başkanlığı, 633 sayılı kanuna göre “İslam Dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek” üzere kurulmuştur.” 136. Madde ise şöyle der: “Genel İdare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, lâiklik ilkesi doğrultusunda bütün siyasî görüş ve düşüncelerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir.”

Diyanet’in varlık nedeni yukarıdaki esaslar olmakla birlikte varoluş nedeni dindir; dolayısıyla Diyanet’in siyaset üstü bir kurum olması gerekir. Din çok güçlü bir olgudur zira öte dünyayla ilgili iddiaları da olan bir etkinlik alanıdır ama bir o kadar da manipülasyonlara açık olan ve iktidarların çıkarları uğruna tarih boyunca kullandığı en iyi enstrümandır. Dolayısıyla toplumun her kesiminden insanın Tanrısal olanla buluşmak için gittiği mabetlere politikanın gölgesi dahi düşse “söz” kirlenir!

DEVLET VARSA DİYANET VAR

Öncelikle şu tespiti yapalım: Camiye siyasetin girmesi demek, Allah muhafaza, Ortadoğu bataklığının bir benzeriyle karşılaşmak demektir. “Bize bir şey olmaz” yaklaşımı, en naif ifadeyle saflıktır, her şey bir kıvılcımla başlar. Nitekim bazı hutbelere karşı cemaatin tepkisi zaman zaman sosyal medyaya yansıyor; izlediğim bir videoda, hoca “ben bana gönderilen hutbeyi okumak zorundayım” diyerek kendini savunmaya ve cemaati sakinleştirmeye çalışıyordu. Dolayısıyla Diyanet, devletin anayasal sınırlarını zorlayacak en küçük bir söyleme bile izin vermemelidir. Aksi takdirde “Diyanet dev bütçesiyle bu devlete/topluma yük, bizim vergilerimizle besleniyor ama Cumhuriyetin ideolojisine ters istikamette yol alıyor, Diyanet kapatılmalıdır” diyenleri haklı bir noktaya taşır. Burada bir parantez açalım: Biz hâlâ devletleşememe gibi bir sorunla karşı karşıyayız. Hâlâ kurumlarımızın sınırlarını tartışıyoruz! Hâlâ yasa, hukuk, kural konuşuyoruz. Bunu sadece Diyanet konusunda değil, pek çok alanda görüyoruz. Devlet olmak demek, anayasal sınırları korumak demektir. Eğer bu sınırlar korunamıyorsa, millete ve dünyaya ciddiyetten uzak bir mesaj verilmiş olur. Kuralların işlemediği devlette mafya, çeteleşme, kirlilik alır başını gider. Demem o ki, her kurum ve kuruluş anayasal sınırları korumak zorundadır. Bunu hem kendi kimliğini hem de devletin ana kimliğini korumak adına yapmalıdır. Yasa tanımayan, anayasa tanımayan, birbirlerinin sınırlarına tecavüz eden kurum ve kuruluşlar kendilerine verdikleri zarar kadar ülkenin geleceğine de zarar verirler. Unutmayalım ki, dinin ve diyanetin sağlıklı yaşanmasının yegâne şartı da bağımsız devlet topraklarıdır. Bakın, hangi dinden olursa olsun insanlar, iş-aş-eğitim için laik, uygar “devlet gibi devletleri” tercih ediyor. Çevrenizde Irak’a, Suriye’ye, Afganistan’a gitmek isteyeni gördünüz mü? Afganistan’a giden iki gazeteci de Atatürk’ün büyüklüğünü dile getirerek geri döndü. Demem o ki, anayasanın, kanunun, kuralın yok edilmesi Ortadoğu çadır devleti anlayışına gel çağrısıdır.

Can alıcı bir diğer husus ise din gibi ulvi bir olgunun kamu vicdanında yara almaması için atanmış Diyanet İşleri Başkanı’nın dünyevi ihtiras sahibi olmaması gerekir. Yerim kalmadı, haftaya devam edelim.