İki tespit yapalım; önce gayb alanı:

İnanç tahkik edilmesi, doğrulanması ve ölçülmesi imkânsız olan zihinsel tutumlar ve alışkanlıklar içerir. Örneğin Müslümanların hacda yaptıkları şeytan taşlama başta olmak üzere pek çok figür ve öge, Yahudilerin ağlama duvarı ya da Şabat yasakları, Hristiyanların vaftiz,  haç çıkarma (istavroz) gibi pek çok ritüeli bilimsel zemine taşınamaz ve tartışılamaz. Diğer yandan ilahi dinlerin kökten karşı çıktığı putperestlikle bu tarz ritüeller bıçak sırtı bir dengededir. Peygamberlerin miracı, vahiy olgusu ve hatta bizatihi peygamberlik kurumunun kendisi ancak inananlar için bir anlam taşır. “Gayb” dediğimiz, görülenin dışında, görülenin zıddı olandır; Ragıb El-İsfehani, gaybı “duyular çerçevesine girmeyen ve aklın zaruri olarak gerektirmediği şey” olarak tarif eder. Aslında geleneksel dini düşüncenin iman yaklaşımı da bu zeminde vücut bulur. (Aklı öne çıkaran Mutezile ve benzer ekolleri tekfir eden ana akımın görüşü: vahyin akla değil aklın vahye ihtiyacı var) Demem o ki, kimseye “neden inanıyorsun ya da neden böyle ibadet yapıyorsun” gibi bir yaklaşım serdedilemez. Keza “neden inanmıyorsun, inanmak zorundasın, dinlerin hükümlerini reddedemezsin” gibi dayatmalar da modern dünyada geçerliliğini yitirmiştir. Din ve vicdan özgürlüğü budur. İnsanlığın geldiği bu nokta, imanı özgürleştirmede ve onu aslî yerine çekmede çok daha sağlıklı ve çok daha güvenilirdir.

GELELİM ZAHİRE

Dünyevi alan ise bilgi alanıdır; bu alan doğrulanabilir, yanlışlanabilir ve ölçülebilir bir özelliğe sahiptir. Dolayısıyla geçmiş yazılarımızda ifade ettiğimiz üzere iyi-kötü, doğru-yanlış değer çiftleri hem bir anlam taşır hem de akli zeminde tartışılabilir. İşte inancın ve dinin günlük hayata kıvam verebilmesi için aklın ortaya koyduğu iyi-kötü, doğru-yanlış çiftleriyle barışık bir yol izlemesi gerekmektedir. Aksi takdirde inançlı insan ya hayal âleminde yaşar ya da inanıyor gibi görünse de dünyevi/akli/rasyonel olanı tercih eder. Bu bir dilemmadır.  Örneğin erkeklerin dört eş almasına din onay verse de çağın hukuku, çağın sosyolojisi bunu yanlışlamaktadır. Kaldı ki, bugün hangi Müslüman anne ya da baba, kızının ikinci/üçüncü/dördüncü eş olmasını ister? İnsan hakları, kadın hakları, azınlığın hakkı, ceza hukuku, kamu hukuku, laiklik, demokrasi gibi konularda da klasik öğretilerin yaklaşımıyla bu çağın gerçekleri örtüşmez. Demem o ki, dünyayı aşan dünyanın gidişatını belirleme durumunda, dünya ile onu aşan arasındaki boşluk hem dünyevi olan ahlakı hem de bizzat dini çatışma haline sokar ve bozar.

YİRMİBİRİNCİ YÜZYILIN MÜSLÜMANI OLMAK

Müslümanlar, günümüz sorunlarını çözme yerine, yüzyıllar öncesinin din sosuna bulanmış siyasi-kültürel-örfi kavgalarını tartışmakla meşgul. Dinde demokrasi var mı, hilafet olmalı mı, laiklik dinsizlik mi, kadın erkek eşit mi gibi soruların cevabını asırlardır bulamamış (!),  nimetlerinden faydalansa da evrensel kavramlarla kavgalı bir zihin dünyası. Ayasofya Camii’nde yapılan beddua da bunun tipik örneği. Hiç değilse kendi tarihini, kendi dinini doğru okusa, o da yok.

Ey Müslüman, din kavga değildir, kavgayı bırak; ‘hep birlikte uygarca nasıl yaşarız ve bu noktada inancın rolü ne olmalıdır’ sorusuna yoğunlaş ve bu zeminde dini düşünceni yeniden oluştur. Zira İslam barış ortamını kurmak için vardır.