Sosyal bilimlerinin en temel meselelerinden biri neden bazı milletler zengin iken bazılarının fakir olduğudur. Irksal özellikler, coğrafi konum, toplumun dini, yer altı kaynakları, yönetim biçimleri gibi daha onlarca farklılıklar bu temel meseleyi açıklayabilmek için ele alındıysa da tutarlı bir ilişki kurulamamıştır. Eğer ırksal özellikler bunun cevabı olsaydı Birleşik Devletler’de zengin olan Meksikalıları açıklayamazdık. Coğrafi konum cevap olsaydı Polonya ile Almanya arasındaki farkı izah edemezdik. Mesele yer altı kaynakları olsaydı Orta Doğu ülkeleri Avrupa’nın ilerisinde olurdu.
Son yıllarda milletlerin gelişmişlik farklarını en iyi izah edebilen teoriler kurumsal iktisat teorileri oldu. Kurumların en temel tanımlarından biri Douglass North’a ait. North’a göre kurumlar, “bir toplumda oyunun kurallarıdır; daha formel bir anlatımla, insanlar arasındaki etkileşimi biçimlendiren, insanların getirdiği kısıtlamalardır.” Bir yatırımcı açısından düşünürsek, yatırımcının yerine getirmekle mükellef olduğu şartlardır. Bu şartlar, yatırımcıyı önemli maliyetlere katlanmak zorunda bırakırken diğer yandan üretimine belli bir standart getirerek ona rekabet etme avantajı sağlar. Firmalar kârlarını artırma güdüsüyle maliyetleri azaltmak için daha kalitesiz, sağlıksız, dayanıksız ürünler üretmeye meyilli olabilirler. Ancak uzun vadede ürünleri tercih edilmeyecek ve yatırımları boşa gidecek olduğu gibi satış yaptıkları süre boyunca da tüketiciler zarara uğratılacaktır. İşte kurumlar, tüm üretim süreçlerini olması gereken yere doğru sürüklemek için vardır. Peki bu kurumlar Avrupa’da var da bizde yok mu? Düzenlenmesi çok zor olan yasalar, akla gelmeyecek mevzuatlar mı var? Tabii ki hayır. Hatta bunların neredeyse hepsi bizde de var. Fark ise uygulamada ortaya çıkıyor. Gelişmiş ülkelerin diğerlerinden farkı yönetimlerinin imtiyazlı sınıf oluşturmamasıdır. Çünkü kendi ülkesinde diğer üreticilerden daha geniş haklara sahip olan bir üretici, rekabet etmek için maliyet düşürücü yeniliklere veya öne çıkabilmek için teknolojik atılımlara gerek duymadan piyasaya hâkim olur. Kollanmayan üreticiler ise bunu fark ederek piyasada tutunamayacaklarını öngörürler ve piyasadan çekilirler. Piyasa artık kendini yenilemeyen ve doğal olarak dış dünyayla rekabet edemeyen, sürdürülebilirliğini siyasi ilişkilerde arayan firmaların tekelinde olur. Daha da vahimi piyasadan çekilen üreticilerin müteşebbis ruhları kırılır. Yatırım fırsatlarını değil siyasi bağları takip ederler ya da tamamen yatırım yapmaktan uzaklaşırlar. Bir yanda dış dünyayla rekabet edemeyen çeteleşmiş yatırımcıların ve diğer yanda hevesi kırılmış girişimcilerin olduğu bir ülke ise doğal olarak geri kalır.
Faiz tabii ki yatırımla doğrudan ilişkili bir para politikası aracıdır ve faizlerin düşmesi yatırımları tetikler. Türkiye’nin açık bir ekonomi olduğunu, döviz kuru şoklarının etkisini, ihracatta veya kendi tüketimimizde ithal girdi bağımlılığını bir kenara koyalım. Döviz kurunun bir yerde stabil hale geldiğini, enflasyonun doğal düzeye indiğini varsayalım. Teorinin pratikte karşılık bulabilmesi için, yani yatırımların artması için en başta güven ortamının sağlanması gereklidir. Yatırım yapmak isteyen tüm vatandaşlara eşit koşullar sağlanması milletin yüksek menfaatleri gereğidir.
İmtiyazlı sınıf güveni yok eder
Ayşe Sucu
Yayınlanma: