Din adına dini savunurken, Müslümanlara bakıp İslam hakkında karar vermeyin, zira İslam bu değildir, diyebilir miyiz? Ya da bin dört yüz küsur yıllık tarihe bakarak, İslam Müslümanlardan ayrı bir şey değildir demek, doğru mu? Nasr Hamid Ebu Zeyd ‘Dinsel Söylemin Eleştirisi’ kitabında; “İslam ile Müslümanlar arasındaki metodik olmayan ayrım, tarihten kopuk, sadece zihinlerde var olan, beşeri hatalardan uzak, coğrafyanın toprağı ve tarihin tozu bulaşmamış ütopik ve ideal bir İslam’dan bahsedilmesine yol açmaktadır. Bu ideal ve ütopik İslam, realitede en küçük bir varlığa dahi sahip değildir” der. Pek çoğumuzun yaptığı böyle bir ayrım, kendisine yüklenmek istenen sorunlu gelenekten kurtarabilir belki İslam’ı; ancak Nasr Hamid’in dediği gibi ütopik, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir hayalden bahsediyor durumuna da düşürebilir savunucularını.

DİĞER TARAFTAN

Keza ‘İslam hem her yerdedir hem hiçbir yerdedir; her yerdedir, zira bütün Müslümanlar İslam’ı yaşamayı gerçekleştirmeye çalışıyor ama bunda başarılı olamamışlardır; hiçbir yerde değildir, çünkü ideal İslam henüz gerçekleşmemiştir’ yaklaşımı da, hem vardır hem yoktur gibi bir çelişik durum ortaya koyar ki, İslam bu çelişkinin öznesi de nesnesi de olamaz.  O halde, geçen hafta bahsettiğimiz rivayetçilerin müktesebatını kutsamak yerine, önce  “beşerî bir tarih” olarak geçmişi yerli yerine koymak, akabinde sosyal, ekonomik ve siyasi unsurların oluşturduğu hadiseler ile İslam’ı birbirinden ayırmak gerekir.  Zira bir sonraki adımda, din olarak ortaya çıkan çerçevelerin içinde neyin hukuk, neyin örf-adet, neyin siyaset, neyin İslam olduğuna dair bir kültür çözümlemesi gerekecektir.

BU BİZE NEYİ SAĞLAYACAK?

Teslim olmak, boyun eğmek, kurtuluşa ermek gibi anlamları olan İslam kelimesinin, “iradi olarak barış ortamına girmek” anlamı, insanlığın içinde bulunduğu kriz üzerinden yeniden okunmalıdır. Elini uzattığı her şeyi bozguna uğratan insanın kavga etmediği ne kaldı? Kendini “hak din” ve “sırat-ı müstakim/dosdoğru yol” olarak niteleyen İslam’ın, insanlığı götürmek istediği yer ise belli: “Ey iman edenler, hep birden barışa gidin.” Bakara/208

Mesaj buyken,  Müslüman toplulukların tarihinde ‘cehalet’in kronik hale gelmesinin ve bu zeminde bitmek bilmeyen kavgaların ve zulmün tüm coğrafyaları kaplamasının sebepleri araştırılmalıdır. Bundan da önce dinlerin çıkış gayesi ile dindarların dünyası arasındaki farkın tahlili yapılmalıdır. Bu konuda sadece teologların değil, seküler zihnin de söyleyecekleri olmalı. Zira dinler çatışmaların kaynağıdır şeklinde bir yaklaşım dolaşımda. Oysa Kur’an insanlığın genel karakterine şöyle bir açımlama getiriyor: İnsan tek bir ümmet idi; hırs, çıkar ve beklentiler çatışmaları ve ihtilafları beraberinde getirdi ve birlik bozuldu.  Bu birliğin bozulması üzerine, hak ve adaleti sağlamak için peygamberler gönderildi. Görüldüğü üzere birlikte yaşamayı beceremeyen insana, insanlığını kurtarma adına dini kimlik zorunlu olarak giydirilmiştir. Peki, ne oldu? Kur’an; hak ile hükmetmeyi bir kenara bırakıp, bu değerlerin kendilerine verildiği kitap ehli (Yahudiler, Hristiyanlar ve Müslümanlar) aralarındaki fesattan dolayı mesajı parçaladılar, der. (Bakara/213)

Demem o ki, Tanrı’nın insanlardan isteği ile insanların peşinden gittiklerinin talepleri arasındaki çelişki dinlerin zeminini alt üst etmiştir...