Geçen hafta genç Muhammed’in (peygamberlik öncesi) davranış kodlarını okumak adına iki örnek verdim. Üçüncü tespit ise bir anekdot: Sene 615; bir grup Müslüman Habeşistan’a hicret eder. Bunun üzerine Mekkeli müşrikler, sığınmacıların sınır dışı edilmelerini temin maksadıyla Habeşistan’a resmi bir heyet gönderir. Kral Necâşî heyeti dinler, fakat ülkesine sığınan insanları dinlemeden karar vermeyeceğini söyler. Hemen ardından Cafer b. Ebu Talip Kral’ın huzuruna gelir ve şunları söyler:

“Ey hükümdar, biz cahillerdendik, putlara tapar, ölü hayvan eti yer, fuhuş yapardık. Akrabalık bağlarına riayet etmez, komşuluk haklarını tanımazdık. Güçlü olanlarımız zayıf olanlarımızı ezerdi. Uzun bir müddet bu halde yaşadık. Sonra Allah bize aramızdan soyunu, doğruluğunu, güvenilirliğini, namusluluğunu bildiğimiz bir peygamber gönderdi. O bizi Yüce Allah’ın birliğini tanımaya ve O’na ibadet etmeye çağırdı. Ağaç ve taştan yaptığımız putlara tapmaktan, Allah’a ortak koşmaktan uzaklaştırdı. Bize doğru söylemeyi, emanete ve akrabalık bağına riayet etmeyi, komşularla güzel geçinmeyi, haramdan, kan dökmekten sakınmayı emretti. Fuhuştan, yalandan, yetim malı yemekten, namuslu kadına iftira etmekten men etti. O, bize, diğer insanlara kötülük yapmaktan çekinmeyi, sadece Allah’a ibadet etmeyi, sadaka vermeyi ve her çeşit iyi ve güzel ameller işlemeyi öğretti. Bütün bunlar, bize hoş ve cazip geldi ve biz bunları yapmaya başladık. Fakat bunun hemen arkasından kendi insanlarımızdan, vatanımızı terk etmeye ve senin ülkene sığınmaya bizi mecbur eden işkenceler gördük.”

VAHİY PEYGAMBER İLİŞKİSİ

Değindiğim üç tespit, Peygamber öğretisinin yönünü gösterir. Hz. Muhammed’in davetinde (Mekke dönemi) iki şey öne çıkar: Allah’a iman (tevhit) ve bu imanın insanda oluşturmak istediği bilinç (takva):

“Ben de sizin gibi bir insanım. Benim sizden farkım, Tanrınızın tek bir Tanrı olduğu gerçeğinin bana vahyedilmiş olmasıdır. Artık kim Rabbine kavuşmayı ümit ediyorsa, Rabbine yaptığı ibadette kimseyi ortak koşmasın, iyi ve yararlı işler yapsın.” (Kehf/110)

İbrahimî dinlerin inanç esasları ortaktır; ulûhiyet (Tanrılık), nübüvvet (peygamberlik) ve ahiret inancı; dolayısıyla nübüvvet, vahyin kabulünü şart kılar. Vahiy dediğimiz olgu (biz Müslümanlar için) Hz. Muhammed’in hayatıyla paralellik arz eden ve hayatın içinden ortaya konulan ve kendisinin “bu vahiydir” diyerek tasdik ettiği söz dizisidir. Burada bir parantez açalım; vahiy tartışmaları bugünün tartışmaları değildir, on dört asırdır bu konuda neredeyse söylenmedik söz yoktur. Mutezile’den Eş’arî’ye taban tabana zıt fikirlerin ortaya çıkmasının nedeni, vahyin muhatabı olan aklın idraki zeminindedir, bunun da son derece tabii olduğunu belirtmemiz gerekir. Kutsal olan söz, belli bir kültür içinde yaşayan peygamberin zihninde cisimleşmiş ve kelimelere dökülmüşse, muhatabı da bu sözü anlayanların idrak noktaları ise her dönemde bu idrak değiştikçe sözün yorum biçimi de değişecektir. Şöyle düşünelim; yedinci yüzyılda Arap coğrafyasındayız ve Tanrı evrensel olan hakikatleri peygambere fısıldarken farz edin ki söylediği şeyler; ayda yaşam, klonlama, yapay zekâ, nano teknoloji, atom altı, kuantum fiziği, bilgisayar, internet dünyası vb. konular üzerinden olsun, çölde Muhammed’e kim inanırdı? Demem o ki, her söz, evrensel bile olsa, bir kültürün kalıplarına aktarılarak dile gelir. Yunan mitolojisinde Hermes, Tanrıların sözlerini ölümlülere getirirken,  mesajları anlayamayacaklarını bildiği için insanların anlayabileceği şekilde aktarır. Hermaneutik  (yorum bilim) dediğimiz yöntem adını buradan alır. Dolayısıyla söz başka bir bağlama/ zamana/ zemine aktarıldığında yorumlanmaya ihtiyacı vardır ve tam da bu yorumlar sözü evrenselleştirir. Devam edeceğim.