Hırslı insanlar, son tahlilde dini değerleri topluma aktaran kurumu temsil edemezler. Evet, siyaseten atanabilirler; nitekim Türk toplumu farklı farklı Diyanet İşleri başkanları tanıdı; ancak iz bırakmak kaç kişiye nasip oldu, ‘model şahsiyet” olarak kaçı zihinlere yerleşti, onu toplumun takdirine bırakıyorum.

Biriktirdiği kefen parasını Milli Mücadele’de kullanılması için Atatürk’e veren ilk Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Rifat Börekçi olmak kolay değil. Yine mealen söylüyorum, “siyasi bir emir almaktan imtina ederim, dolayısıyla başkanlık teklifini kabul edemem” deyip Diyanet İşleri Başkanı olmayı kibarca reddeden haza İstanbul beyefendisi Prof. Dr. Mehmet Hatipoğlu (Nihat Hatipoğlu ile karıştırılmasın) olmak da kolay değil. Demem o ki, bir seviye makamıdır Diyanet İşleri Başkanlığı, daha doğrusu olmalıdır. Ekonomik rant, kişisel çıkar, ikbal ve makam tutkusu ile yan yana gelmemesi gereken belki de yegâne kurumdur. Yanlış anlaşılmak istemem, ruhban sınıfı anlayışı zemininde söylemiyorum bunu, zira ruhban sınıfını İslam kökten reddeder. Bakmayın tarikat/cemaat liderlerinin, bazı imam efendilerin ruhbanlığa soyunduğuna; oysa Hz. Peygamber “ben de sizin gibi bir insanım” derken beşerde bulunan tam olamama halini “sizden farkım bana vahiy geliyor” derken de tebliğ görevini dikkatlere sunmuş ve her iki zeminde insanlığa seslenmiştir. Tam da bu noktada şunu da söylemeden geçmeyelim; “tebliğ” yalnızca peygambere ait bir görevdir, onun yolundan gidenler tebliğden ancak anladıkları kadarını naklederler. Zaman zaman duyduğumuz “İslam’ı tebliğ ediyorum” ifadesi yanlıştır, kişi aklı- anlayışı- görgüsü nispetinde bilgiyi aktarır. Keza her Diyanet İşleri Başkanı da aynı konumdadır ama ‘hal, tutum ve örneklik’ kurumun ve dinin saygınlığı ve işlevselliği açısından elzemdir.

TOPLUM İSTEMİYOR

Kaldı ki, zaten sorunlu bir Müslüman temsiliyle karşı karşıyayız. Dünya değerler araştırmalarında birbirine en az güvenen toplumlar arasında geliyor Müslüman ülkeler; biz de onlardan biriyiz. Güven konusunda çok daha hassas olması gereken Diyanet’in, milyonluk zırhlı makam arabası, Bodrum ‘a inşa edilen yüz milyonluk külliyesi ve 7-8 bakanlığı geçen dev bütçesi ile toplumda sıkça dile geliyor olması din algısında büyük kırılganlıklara yol açıyor. Bunu anlamak için Ali Erbaş’ın konuşmasında geçen “Fakirler cennette olacak biz onları kıskanacağız” sözünün sosyal medyada nasıl işlendiğine bakmak yeterli. Nitekim yeni yayınlanan MetroPOLL araştırmasına göre Türkiye seçmeninin yüzde 81’i Diyanet’in ve din adamlarının siyasetle uğraşmasını doğru bulmuyor. Dini konuların ve duyguların oy için siyasette kullanılmasını ise yüzde 85’lik bir çoğunluk onaylamıyor. Dolayısıyla her din görevlisinin görevini icra ederken iktidara ve siyasilere mesafeli bir duruş sergilemesi gerekir: “Sultan sofrasına oturan alimin fetvasına itibar edilmez” derken İmam-ı Azam Ebu Hanife bu büyük gerçeğe parmak basar.

Diğer taraftan Diyanet’in görev sınırlarını aşarak, Milli Eğitim Bakanlığı’nın ve üniversitelerin yetki alanına giren aydınlatma görevine yönelik açıklamaları, kendi yetki sınırlarını genişletme çabasından ibarettir. Geçen hafta da ifade ettiğim üzere, anayasal sınırların aşımı, başka kurumların sınırlarını ihlal, Diyanet’in sınırları çiğnendiğinde söz söyleme hakkını elinden alacaktır. Burada da bir parantez açalım: Kültürel mirasımızı ve düşünceyi dönüştüremediğimiz için şöyle bir yaklaşım hükmünü sürdürüyor. Ne olduğunu haftaya tartışalım.