Değerler eğitimi sürecinde, üzerinde durulması gereken bir kavram dikkatlerden kaçıyor. Doğuştan verilen bu yeti, belki de insan olmanın ve insanca yaşamanın lokomotifi. İç sesimizden yani vicdandan bahsediyorum. Filozoflar farklı görüşler ortaya koymuşlar; sözgelimi John Locke gibi düşünürler vicdanın doğuştan olmadığını iddia ederler. Bu tartışmaları bir yana bırakarak söyleyeyim, Arapça’da “bulmak”, Yunanca’da “birlikte görmek” (süneidesis) Latince’de “birlikte bilmek” (conscientia) demek olan “vicdan” ruh ve beden bütünlüğünün vazgeçilmezi. Üç dilin ortaya koyduğu anlam “birlikte görmek, birlikte bilmek ve bulmak” düşünenler ve vicdan zemininde yolculuk yapmak isteyenler için farklı kapılar açabilecek bir mana birliği veriyor. Keza Yunan filozoflarından Sokrates’in “daimonion” dediği iç ses de yine vicdandır.

VİCDAN VE AKIL BİRLİKTELİĞİ

“Müftüye de danışsan, eğer vicdanın elvermiyorsa onu yapma” ilkesi, ahlakı vicdana hasreder. Felsefenin, dinlerin ve mistik öğretilerin dikkate sunduğu bu iç otorite ya da ilahi ses, modern dönemlerde insanın kendi pratik aklının otonom yasasına çekilecektir. Örneğin Kant, Tanrı’ya ahlaktan yola çıkarak ulaşır ve ahlakın kaynağını saf akıl olarak gösterir. Ona göre saf akıl vicdan, güdülere ve isteklere uymayı değil, onlara karşı çıkmayı ve insani sorumlulukların hatırlanmasını sağlamaktadır. Ödev Ahlakının emri koşulsuzdur: “Öyle davran ki, eyleminin maksimi (ilkeleri) iraden tarafından evrensel, genel geçer bir yasa olarak gösterilsin.”

Froud’un üst benliği de (süperego) vicdanın kendisidir; insanın gelişimiyle şekillenir, kural ve değerler bütünlüğü içinde insana yön verir.

DIŞ OTORİTELER

Tüm vicdanların çağrısına “maşeri vicdan” deriz. Aklıselim içinde buluşmuş ortak fikirlerde, ortak değerlerde, ortak inançlarda büyük sapmalar yaşanmaz, zira vicdan kolektifi yanlışta birleşmez. Maşeri vicdan (Durkheim buna kolektif bilinç der) birlikte yaşamanın kaynağıdır. Bu kaynak bireyi varlık karşısında sorumlu kılar. Sorumluluğu çok yönlü kuşatan dinler ise ahlakı Tanrısal bir boyuta taşır ve en yüksek otoriteye boyun eğmeye davet eder.

Toplumsal ahlak ve dinler bizi ahlak kişisi olmaya davet eden zeminlerimizdir. Ancak bu zeminler bizi çerçevelere mahkum etmemelidir; şayet ederse özgürlüğümüzü kaybederiz. Aşırı toplumcu görüşler insanı konformizme, aşırı bireyci görüşler ise insanı egoizme götürür. Ahlak kişisi olmak kişinin kendi vicdanından kaynaklanan emirlerle olur. Buna dış otoritelerle insanın kendi arasındaki gerilim de diyebiliriz; farkındalık bu çatışmada ortaya çıkacaktır. Elbette bu gerilim sağlıklı işlemeyebilir; anarşizm, nihilizm, egoizm buradan doğar. Ya da kişi tamamen topluma uyarak yaşar ki, orada kendisi yoktur. Bu ayrı bir yazı konusudur. O halde ne bireyci bir egoizme teslimiyet ne de sorgulamaksızın kabulcü bir toplumcu yaşam; ikisi arasındaki dengeyi ancak “şahsiyetçilik” ile bulabiliriz.

(Not: Kadına şiddet durmuyor. Yıllardır yazıyoruz ve fakat değişen bir şey yok. Bitmeyen şiddetin karanlığında, Kadınlar Günümüz kutlu olsun.)